12 Şubat gecesi 22.00’da, Nublu İstanbul’daki konseriyle müzikseverlerle buluşacak olan Umut Adan’la müzik yazarımız Sarp Keskiner keyifli bir sohbet gerçekleştirdi…
“Mesaj hemen ortaya çıksın, amacım bu”
Umut Adan
Geçen yıl çıktı geldi Umut Adan ve Standart FM; şarkıları ile bizi iyicil zamanlara, kaybedip de bir türlü bulamamış olduğumuz güneşli günlere götürüverdi. Sırada yeni şarkılar, İtalya ve İspanya’da konserler var. Önce 12 Şubat’ta Nublu konseri var. Buyurun…
Sarp Keskiner: Eğitim için İtalya’yı tercih etmenin özel bir sebebi var mıydı?
Umut Adan: Evet. Liseyi bir İtalyan okulunda okumuştum ve ardından siyasal bilimler okumak istiyordum. İtalya’ya bu sebeple gittim. Okul yıllarımda bulunduğum şehir, hâlâ o eski Orta Avrupa atmosferine sahipti ve şehrin tatlı mı tatlı, bohem bir atmosferi vardı. Küçük, sakin bir yer olduğu ve genellikle okulun içinde vakit geçirdiğim için kendimle baş başa kalabileceğim, hayatımın sonrası adına düşünebileceğim çok zamanım oldu. Buna dair şanslı sayarım kendimi.
Kimleri dinleyerek başladın müzik yapmaya ve hâlâ vazgeçemediğin, dönüp dolaşıp dinlediğin isimler kimler?
Net bir isim söyleyemeyeceğim maalesef… Evet; hemen her genç gibi benim de bir The Beatles dönemim oldu, fakat müziğe onlardan etkilenip başladım diyemem. Çok farklı müzikler dinliyordum. Müziğe klasik gitar eğitimi ile başlamıştım; evde Chopin çalan bir annem vardı ve İstanbul gibi çok kültürlü bir şehirde büyüdüm. Birçok yaşıtım gibi benim de müzik üzerinden evrenselleşme hayalim vardı. Bu yüzden, tek bakış açısı belirlemedim kendime. Yine de bir liste yapacak olursam Bob Dylan, Nicolò Paganini, Fikret Kızılok ve Fabrizio De André’yi ilk gençlik dönemime etki etmiş isimler arasında sayabilirim. Sonraki dönemlerde de vazgeçemediğim, her dinlediğimde beni zekâ, anlatım kıvraklığı ve hepsinden önemlisi geleneğe sadakat, yeniliğe öncülük anlamında etkilemiş pek çok isim var. Bu isimler, bugün bile onları her dinleyişimde beni yeniden ele geçiriyor. Her gün bir başka ismin beni müziğe yeniden başlattığını fark ediyorum. Komik ama böyle.
60’lar ve 70’lerdeki İtalyan pop, rock müziği ile aran nasıl? Her ne kadar şarkı yazım biçimin ve seçtiğin sound Anadolu popu direkt referans veriyorsa da kayıtların, prodüksiyon mantığı olarak bana o dönemlere ait Fransız, İtalyan albümlerini hatırlatıyor… Anglofil de değilsin sanki ya da öyle misin?
İlk iki 45’liğimi ele alırsak, kulağıma bir tür The Kinks köşeliliği çarpıyor. O dönemleri andırır biçimde, dinamiği net ve canlı kayıtlar. Sonuçta bu tarz müziğe el atan her müzisyen, herhâlde Pink Floyd’un ilk dönemine yaklaşabilmeyi hayal eder. Ancak işe salt sound açısından yaklaşırsak kendimi yine de gerçek anlamda bir Anglofil olarak görmüyorum. 60’lı yıllardan 70’li yılların ortalarına kadar bu topraklardan çıkmış etnik eğilimli modern çalışmalar, literatürde bugün Anadolu pop olarak geçiyor ve ben de bu tanımın içinde kendime yer buluyorum.
60’lar ve 70’ler İtalyan müziğine gelince… Benim İtalyan pop müziğiyle tam anlamda tanışmam üniversite yıllarına dayanıyor ve bu müziklerde baskın olan edebiyat-müzik ilişkisine dair yaklaşımı çok etkileyici buluyorum. Fabrizio De André ve Vinicio Capossela gibi isimlerin üzerimdeki etkisi çoktur. De André de bir Georges Brassens hayranı olduğuna göre bahsettiğin şema karşımıza çıkıyor.
Bir de bu insanların ülkemizdeki eşlenikleri kim olabilir diye kendime çok sordum zamanında. Akabinde, Mahzuni Şerif, Neşet Ertaş ve Ali Ekber Çiçek gibi ozanların çalışmalarını karşımda buldum. Sanki her şey birbirine bağlıydı ve yazdığım şarkıları kaydederken, bu "dönem" ve “duruş”a dair yaklaşımları uygulamaya çalıştım. Ortaya, varmayı hayal ettiğim kavram çıktı: Yalınlık. Mesaj hemen ortaya çıksın, amacım bu. Aynı yaklaşımı videolarımda da görebilirsiniz: İlk 45’liğin videolarını Mete Avunduk çekti. En yalın şekilde… İkinci 45’likte bulunan ve manifestom olarak kabul ettiğim “Sevdiğimi Seçtim” için ise sevgili Deniz Tortum ve Cem Celal Bilge ile çalışma olanağı buldum. Bu videoyu “Ana, Baba, Bacı, Kardeş” takip etti.
Ortaya çıkardığın sounda hayran kalmamak mümkün değil. Kimilerinin simüle etmek için aylarca uğraştığı bu soundu birkaç günde ortaya çıkarmana yardımcı olan bir sihir var mı?
Çok teşekkür ederim. Belki kayıtları birkaç gün gibi bir sürede ortaya çıkardım ama parçaları nasıl kaydedeceğime dair zihinsel tasarımım aylar sürdü. Bu soundun ortaya çıkmasında sub pop kontratlı Jennifer Gentle grubundan Marco Fasolo’nun vizyonu büyük rol oynuyor. Ben neyi istediğimi çok iyi biliyordum, o yüzden Marco ile şarkıları kaydederken pek vakit kaybetmedik. Davul hariç; kayıtlardaki her enstrümanı bizzat çaldım.
Analog sound simüle edilebilecek bir şey değil. Ya içindesin o çarkın ya da bir tür öykünmeden öteye gitmeyecektir çalışma. Bunu söylerken, güncel dijital teknolojinin sunduğu simülasyon olanakları ile o sounda yaklaşamazsınız demiyorum, ancak o kayıtlardaki en önemli unsur ruh… Ses, yalnızca retro tınlamıyor; değişik bir ruh çıkıyor ortaya.
Sihir terimi için tekrar teşekkür ederim. Eğer sihir diyebilirsek buna, arzudan doğuyor. Hayaller seni oraya götürüyorsa, kayıt da oraya gidiyor. Buna da iki ana faktör eşlik ediyor: Birincisi enstrümantasyon. Kayıtta kullanılacak çalgılar da makara banda kayıt yapılan yıllara ait olmalı bizce… Marco’nun bu konuda tartışılmaz bir titizliği var. İkinci faktör ise bilgi… Benimle çalışan herkesin bu projeyi doğru açıdan ele alacak, hayata geçirecek kadar bilgisi vardı. Yani olay, makarayı döndürmekle bitmiyor.
Keşke her şeyi analog kaydedebilsek…
Keşke. Ben çok eğleniyorum analog kayıt sırasında; kendine has bir büyüsü, ritüeli var. Bununla beraber, dijital tercihleri ne küçümserim, ne de ikincil görürüm. O parçaları analog kaydetmek hayalimdi, çünkü her şey sıcacık tınlasın istiyordum; eyvallah… Ama hayatımıza kazık çakmış birçok albüm dijital kaydedilmiş. Diğer yandan, analogdan dijitale geçiş, endüstri tarihiyle ilgili. Müziği tamamen dijital teknolojinin sağladığı olanakları kullanarak tasarlamak ve üretmek, bir yandan yeni müzik tarzlarını ortaya çıkartırken diğer yandan da gittikçe gerekli bir hal aldı ve o analog sıcaklık, bazı tarzlar için tamamen gereksiz bir unsur haline geldi.
Meşakkatli analog kayıt sürecinden dijital pratiklik adına mı vazgeçmiş bulunuyoruz?
Dijital kültür, genel olarak pratiklik ve sese müdahale yeteneğini artırma adına işi kolaylaştırıyor, ama her iyi çalışmanın özünde detayların doğru şekilde ele alınması yatıyor. Bu da ne iş yaparsan yap, meşakkati göze alma meselesini birinci sıraya oturtuyor. Yine de ben her zaman sonuca bakılması gerektiğini düşünüyorum.
Her ne kadar yayım için dijital mecraları kullanıyorsan da 45’lik ve LP kavramlarına ısrarla vurgu yapıyorsun. Bunun sebebini biraz açar mısın?
Evet plak konusu ayrı bir keyif; ben de bazen keyfimin kurbanı olduğumu düşünüyorum. Düşünsene; insanın kendi albümünü pikaba yerleştirmesi ve iğne yola koyulur koyulmaz ilk şarkının hoparlörlerden patlaması… Benzersiz bir zevk! Biri geliyor, senin plağını alıyor ve satın aldığı şey öyle iki gün sonra sıkılıp depoya atacağı bir obje değil. Arzu nesnesi kavramının önemini bugün yeniden anlıyor ve tanımlıyor müzik piyasası…
Bugün Batıda her arşivlik albüm, muhakkak LP formatında basılıyor ve bunun takipçisi çok. Bu yaklaşımın bizde de giderek geçerlilik kazanması çok sevindirici… Ama dön dolaş; her plağa basılan çalışma da o plakta şık durmuyor, hatta bazen sırıtıyor. Bu durum da deminki analog kayıt sorusuna verdiğim cevaba geri dönmemize yol açıyor.
Evet, çalışmalarımı dijital ortamlardan yaymaya ben de özen gösteriyorum; çünkü dinleyicime direkt olarak ulaşabilmeyi önemsiyorum. Müziğin "sen, ben, bizim oğlan"dan daha ileri gitmesini istiyorum. Örneğin Giresun’daki bir arkadaş müziğime hemen ve engelsiz olarak ulaşabiliyorsa bu sisteme helâl olsun… Aynı şey benim dinlediklerim için de geçerli. İstiyor muyum? Ulaşmam mümkün mü?
E, neyi bekleyeceğim o zaman? İşler etik prensipler içinde yürüdüğü sürece, bence dijital platformlar müzisyene pek çok imkân sunuyor. Psikopata bağlamadan dijital kültürden yararlanmak güzel. Gel gelelim; plağı yayınlanmış biriysen kendini olayın tarihsel sürecine ait bir noktada buluyorsun. O tarih içerisinde gidip gelmek, yer almak da zaten bir müzik adamının ilk hayali olsa gerek… Bu gibi hayaller kişiyi nerelere götürür, bu bilinmez; fakat LP sahibi olmak, bana bir kimlik gibi geliyor. Bundan sonra yayımlanacak albümlerimin hangisi ne formatta çıkar bilemiyorum, ama hedefim tamamını plak formatında yayınlayabilmek.
Kaybedenler Kulübü ve Standart FM sürecinden biraz bahseder misin?
Bu süreç benim için oldukça değerli, bir o kadar da eğlenceli idi. Türkiye’ye döndüğümde Mete diye bir arkadaş edindim, bir plakçı dükkânında. Orada takılıyordum, çay içip plak dinliyordum. Meğerse o Mete, Mete Avunduk’muş ve tam biz tanışmışken Kaybedenler Kulübü gösterimdeymiş. O projenin içindeki herkesi tanıdım ve bundan sevinç duydum. The Wire dergisinden Byron Coley’in övgülü kritiğini de alınca, cesaretlenip İstanbul’da grubu kurmaya karar verdim. Standart FM’in diğer tüm programcıları da yakın çevreme dahil oldu; konserlerime ve albümlerime destek verdi. Yoksa bu sözünü ettiğimiz analog kayıtlar ve 45’likler, konumuz olana kadar, aradan daha çok zaman geçerdi. İstanbul’da derdimi anlatacağım diye belki bezerdim… Herkes aynı değil buralarda.
Sırada neler var?
Sırada bu sene içinde hangi çalışmalar kaydedilecek ve yayınlanacak, onun kararını vermek var. Elimde çok sayıda şarkı var; bunları tasarladığım şekle uygun biçimde nasıl sunabileceğime bakmak gerekiyor. Hemen kaydedilip, “rastgele” diyerek oltayı denize atarcasına sosyal medyaya salmak mümkün bu şarkıları, ama bu benim tarzım değil… Şanslıyım ki dün bu işlere destek veren kim varsa bugün hâlâ yanımda.
Bir de tabii ki konserler… İtalya’da tahminen dört konser vereceğim; singer-songwriter tarzında konserler bunlar. İngiltere ve İspanya’dan festivallere davet edildik; katılmak için çalışmaları sürdürüyoruz. Konser yelpazemizi genişletmeye çalışıyoruz; müzisyen dediğin adam konser için yaşıyor. İşimizin en yüksek hali konser…
Bu röportajı okuduğumda esas söylemek istediklerimi yine atladığımı fark edeceğim. Hep böyle olur [gülümsüyor].