A password will be e-mailed to you.

"Beirut" şarkısıyla gönüllere taht kuran Lübnan asıllı trompet sanatçısı ve besteci İbrahim Maalouf, nefesiyle Babylon’da duygusal duşlar yaşatmadan önce sanatatak.com’a konuştu…

Fotoğraflar: Erbil BALTA

İbrahim Maalouf’un ne ilk gelişi İstanbul’a ne de son gelişi olacak. Zira İstanbul, çok seyahat eden Maalouflardan İbrahim’in dünyada en rahat hissettiği şehir. Kendini zanaatkâr olarak tanımlayan sanatçı, sırlı müziğini, yazar amcasının dünyasını, müzik iştahını ve kulakları müzikle doyurmak isteyen şefliğini anlattı…
 
 
Ayşegül Sönmez: Yaptığınız müzikte sizce nereden geldiğinizin bir önemi  var mı?

 
İbrahim Maalouf: Bence eğitiminizin önemi büyük… Herhangi bir yerden gelebilirsiniz ama eğitiminiz açık görüşlüyse o zaman hayatta ne yaparsanız yapın o da açık olur.
 

Babanız müzisyen…
 
Hem babam hem annem. Annem piyano çalardı.
 

Çocukken başlamış bir eğitim bu o halde…
 
Müzik her yerdeydi. Evde. Üstelik bir tür de değil; bütün çeşitliliğiyle müzik, her tür müzik… Bu sayede çocukken, anneniz ve babanız dolayısıyla her türlü stile açık bir kulağınız oluyor.
 

Türkiye ya da Arap ülkelerinden bir sanatçı gelince lokal ve küresel ya da birilerine göre egzotik diyelim bir şey yapmak arasında kalabiliyor. Tam yaratıcılığının başında. Siz de  üretiminizin başında böyle bir baskı hissetiniz mi? Kültürümden, geldiğim yerden bir şeyler mutlaka yansıtmalıyım gibi…
 
Müzik benim her zaman kendimi ifade etme aracımdı. Ben küçükken, evde Arapça konuşurdum. Savaştan kaçıp Paris’e geldiğimizde tek kelime Fransızca konuşamıyordum. Okulda kimseyle konuşamıyordum. Öğretmen ne dese anlamıyordum.


Travmatik…

Travma mı bilmiyorum, ama beni çok güvensiz hissettirdiği kesin.  Kafamda müziğin olması benim için bir kaçıştı. Sürekli şarkı söylüyordum. Bütün gün yalnızken hep şarkı söylüyordum. O zamanlardan şimdiye kadar benim yolumdur bu.  Kötü bir şey olduğunda, güvende olmadığım, rahat hissetmediğim zaman müziğe sığınırım. Müzikteki derdim hiçbir zaman spesifik bir şey olmadı. Benim müziğimde mesaj yok. Ben belli bir şey söylemek için müzik yapmıyorum. Doğal olarak, içgüdüsel olarak müzik yapıyorum.
 

Müziğinizi etkileyici buluyorum. Kimi zaman çok içe dönük son derece kişisel… Öznel…
 
Kusura bakmayın, ama eğer beste yapmaktan bahsediyorsak kişisel olmayan bir beste olabilir mi?
 
 
Olabilir… İdeolojik olabilir,  toplumsal olabilir…

 
O da kişiseldir ama… Ben, yaptığı şey kişisel olmayan bir bestekâr düşünemiyorum. Eğer birini taklit etmiyorsan  –ki o zaman zaten bestekâr değilsin– kendi müziğini kendin yazıyorsan, kişisel olmama şansı yok. Benimle ilgili olarak bu, çok söyleniyor. Eleştirmenler, İbrahim’in müziği kişisel diye yazıyorlar… Hayır, başka bir şey olabilir mi ki? Besten kişisel değilse o zaman sen kopyacısın zaten. Ben müzik yaptığım, üflediğim zaman kesinlikle kişiseldir bu. Ölme ve yaşama meselesidir. Ben müzik yapmıyorsam hayatta kalamam.
 

Çok sanatsal bir ifade oldu bu…
 
Peki, sanatta aksi olabilir mi? Biri bir afiş için fotoğraf çektiği zaman da kişiseldir. Aksini düşünemem. Senin röportaj yapma biçimin de çok kişisel… Şu soruyu sor diye biri sana söylese bile kişisel. Sanat ya da edebiyat hepsi kişiseldir.
 

Edebiyat demişken; amcanız Amin Maalouf, Türkiye’de çok popüler bir yazar. Babam mesela onun hastası…
 
Ben de öyle. Amin, hayatımda en çok okuduğum yazardır. Belki her bir kitabını en az beş altı kez okumuşumdur. Çok düşünürüm onların üzerine… Sadece tarihle ilgili hikâyeleri değil; aynı zamanda denemeleri üzerine de… Ölümcül Kimlikler beni eğitmiştir. Benim eğitimim olmuştur. Bence o kitap bütün okullarda zorunlu olarak okutulmalı! O  zaman dünya daha iyi bir yer olabilir. İnsanlar birbirlerini daha iyi anlayabilir. Buna içten inanıyorum.
 

Sık sık görüşür müsünüz?
 
Evet, çok sık. Biz büyük ve birbirine  çok yakın bir aileyiz. Oryantal insanlarız sonuçta, ayrılmayız. Bilirsiniz, Doğulu tarzı işte… Birbirimizden, ailemizden kolay kolay kopamayız.
 

İstanbul size neler hissettiriyor? Buraya sık sık geliyorsunuz…
 
Çok seyahat ediyorum ben… Dürüst olmam gerekirse, İstanbul en çok rahat hissettiğim yer dünyada… Türkçe konuşmasam bile kendimi bir şekilde çok rahat hissediyorum. Her şeyin tuhaf bir karışımı… Kültürde, tarihte, dilde, yemekte, müzikte… Geleneğe büyük bir saygım var. Folklor ve tarihe bilhassa… Onlar çok önemli. İnsan ancak tarihi üzerinden kendini bulabilir.  Geçmişini anlamadan kendini anlayamazsın.
Bence Türkiye’de genel olarak çok büyük saygı var tarihe. Eski müziğe, folklora, geleneksel yemeğe, geleneksel müziğe… Dünyada, sokaklarında folklor müziğin yapıldığı ve bu müzikle dans edilen benim tanık olduğum tek yer İstanbul… Ciddi söylüyorum. Lübnan da bile bu yok.  Bu bir karışım. Gelenek, folklor, tarih ve modernite arasında bir karışımın. Kendimi yeni nesilden sayıyorum. Yeni teknolojiler, yeni fikirler ve farklı kültürlerle karşılaşmak  gerektiğini savunuyorum bu doğrultuda. Burada bu çoktan var.
 

Çok ilginç. Bu söylediğinizden buralı sanatçılar etkilenebilir. Onların belki bunu görmesini sağlayabilirsiniz…
 
Bilmiyorum. Türk kültürü her zaman büyük bir uygarlık ve Avrupa’yı çok fazla etkilemiş. Bence Türkiye’nin yeri de öyle… Tam da herkesin geçtiği bir yer. Hintliler Batı Avrupa’ya, Avrupalılar Ortadoğu’ya yüzyıllardır buradan gitmiş. Bütün kültürlerin karıştığı bir yer olmuş burası. Hippiler, çingeneler, göçebe kültürler, buradan geçmiş ve inanın, sokakta bunu duyabiliyorsunuz. Bunu duyabilmek çok önemli benim için. Pop müzik bile Türkiye’de çok iyi kalitede. Dünyanın her yerinde olduğu gibi boktan değil… Bence kalite çok iyi…
 

Özellikle dinlediğiniz biri var mı?
 
Hayır, ama otelde radyoyu ya da televizyonu açıyorum. Karşılaştığım şeyleri çok ama çok beğeniyorum. İsimlerini bilmiyorum. Bir de zaten isimler konusunda iyi değilimdir. Aklımda tutamam. Kim kimdir çok bakmam. Kendi müziğimle ilgili çok çalışıyorum. Hiç vaktim yok isimleri araştırmak için, ama nereye gidersem gideyim oranın müziğine kulak kabartırım. Amerika’ya gittiğimde mesela country müzik seviyorum, o ilgimi çekiyor.
 

Çok açıksınız her türlü müziğe…
 
Bu bir yaşam tarzı… Ben sadece müziğe değil; her şeye, insanlara da açığım. İnsanları tanımıyorsun. Onlarla vakit geçiriyorsun. Onlarla arkadaş olabileceğini keşfediyorsun. Bu zamanla olur. O da açık olmakla ilgili…
 

Beste yapmanın sırrı nedir? Bu açık olmak durumu yardımcı oluyor mu? Yeni şehirler, onların sesleri mesela…
 
Yok hayır, hiç yardımcı olmuyor; çünkü o zaman dalıyorum. Daldığım zaman da beste yapamam. Özellikle müzik güzelse de dalarım dayanamam. İşim varsa iyi müzik dinlemek çok zordur. Dalıp giderim çünkü… Tuhaf geliyor değil mi? İlham filan vermez yani aksine… Çalışmadığım zaman müzik yer, müzik içerim.
 

Bu esnada, müziğinize kişisel derken tam olarak ne demek istediğimi düşündüm. Sanırım tam olarak şunu kast ettim: Sizin bir hikâye anlatıcısı olduğunuzu, başı sonu olan hikâyeler anlatan, bir zirvesi olan; hatta dinleyiciye kahraman olma şansı tanıyan kişisellikte öyküler yazan biri gibi olduğunuzu…
 
Anlatıcı olabilirim, ama hikâye anlatıcısı mıyım? Film gibi  olabilir belki… Bence müzik, eve yemeğe birilerini davet etmek gibi. Eve geliyorlar. Kapıyı açıyorsun. “İşte yemek, yiyin” demiyorsun. Önce onlarla konuşuyorsun. Ne pişireceğini onlara söylüyorsun. Biraz başlangıç getiriyorsun. Biraz içki, sonra konuşuyorsun. Derken ana yemek geliyor. Herkes mutlu ve durumdan keyif alıyor. Sonra bekliyorsun biraz.   Tatlıyı öyle getiriyorsun. Sonunda yemek bittiğinde, “Haydi eyvallah” demiyorsun. Belki biraz yürüyorsun, duruyorsun. Bütün bunlar yemeği lezzetli kılıyor. Bence müzik de öyle. Müziği başlangıçsız ve hikâyesiz ortaya atarsan bir sonu olmaksızın gelişmesi aynı zamanda hoş olabilir; tıpkı fast food gibi – ki fast food çok severim. Fast food müziğe de varım. Bunu da yapmak isterim. Ama benim albümüm, müziğim söz konusuysa ben fast food müziği yapmıyorum. Ben iyi yemek yapıyorum.  Her şeyini düşünüyorum. Malzemesini özenle seçiyorum. Enstrümanlarda filan çok titizim. Kontrol etmediğim ve benden geçmeyen hiçbir şey yok.  Her şeyinden ben sorumluyum. Her şey benim kararım.
 

Tam bir şef gibi…
 

Belki bir film yapmak gibi…
 

Peki, böylesine bir şef bu büyük müzik endüstrisinde nasıl varolabilir? Varolması mümkün mü? Rihanna, Sting gibi isimlerle çalıştınız. Bu sistem, böylesine bir şefe neler buyuruyor? Fast food olmayı mı?
 
On beş yıldır pek çok isimle çalıştım. Hepsinden çok şey öğrendim. Çok farklı sanatçılarla ve farklı müzik dünyalarıyla çalıştım. Fast food müzikle de çok çok marjinal olan, kimsenin tanımadığı isimlerle de… Popüler ucuz olanla da, en nadide ve nadir olanıyla da… Kimsenin duymadığı bir müzisyenle de çalıştım, işte Sting’le de çalıştım… Bütün bunlardan şunu öğrendim: Benim müziğimin benden başka kimse tarafından satılmaması gerektiğini… 
 

Kendi müziğini kendin satmak?
 
Evet, çünkü benden başka kimse; ama kimse onu doğru satmıyor. Bana ait bir posterin bana benzememesini istemiyorum. Endüstriyel bir ürün gibi pazarlanmak istemiyorum; çünkü ben bir zanaatkârım.  Benim müziğimde her şey, el emeği göz nuru. Bütün müzisyenlerimin ücretlerini ben veririm. Bütün albümlerimin prodüktörlüğünü ben yaparım. Bütün albümlerimi ben çoğaltırım. Onları, satılmaları için dükkânlara ben yollarım. Bütün işi ben yaparım.
 

Sizinki, tekelci müzik dünyasıyla baş etmek adına ilginç bir  model…
 
Tamamen açık ve pragmatik bir model benimki. Şöyle ki insanlarla konuştuğunuz zaman herkes şunu diyor değil mi? “Artık kimse CD almıyor.”
 

Ben de bunu soracaktım…
 
Tamam. Peki, ben nasıl yaşamımı kazanacağım? Sadece konserle olmaz. Konserler beni yaşatmaz. Dürüst olmam gerekirse bazı konserler var; iyi para kazanırsınız. Bazıları var; üstüne para harcarsınız… Mesela burada ben para kaybediyorum, ama konser yapmak istediğim için gelirim; para kazandığım için değil.
 
 
İnanın bana, bu konuda çok özelsiniz… Herkesin satmaya ve kazanmaya endekslendiği zamanlarda…

 
Ama biz on bir kişiyiz, bu normal. On bir kişinin seyahatini kimse karşılamaz. Babylon bizi davet ediyor. Bize para veriyor, ama o para asla yetmez bize. Bu da normal. Ben müzikten yaşamımı sağlayacaksam, pragmatik olmalıyım. Oysa on yedi yaşındayken mimar olmak istiyordum.
 

Mimariyle müziğin büyük bir etkileşimi var. Şaşırmadım desem?
 
Kesinlikle… Şöyle düşündüm. İnsanlar benim müziğimi, Youtube’de, Spotify’da, Deezer’da bedavaya dinliyorlarsa, benim müziğimi seviyorlarsa, konserlerime geliyorlarsa, ben de bana katkıda bulunmak ve destek olmak için albümümü satın aldıklarını ümit ederim. Benimki ticari bir bakış açısı da değil. Kapitalistik hiç değil. Bir dayanışma biçimi hatta…

Bu, sanatçının sanat hayatını sürdürebilmesi için insanların ona yönelik desteği aslına bakarsanız… Başka bir şey değil. Bu kadar basit. Çok büyük isimler dışında, önümüzdeki on yıl içinde albüm satarak yaşamak çok çok zor olacak. Ben kendimi çok şanslı hissediyorum; çünkü geçimimi sağlayabiliyorum. Bir sürü projeye imza atıyorum. Çok şanslıyım. Ama her şeyi kendim yapmak şartıyla… Dünyanın dört bir yanındaki insanlara da güvenerek yapıyorum bunu… Şöyle desinler diye, “Bu adama destek çıkmak istiyorum; çünkü bu adam büyük bir mücadele veriyor ve sanat yapıyor. Büyük bir şirketin çıkardığı şu yakışıklılardan biri değil! Otantik bir sanatçı. Hayatını kazanmaya çalışıyor.”
 

Mesela Beyonce’nin görsel albümünden sonra bence önemli bir kırılma yaşandı müzik endüstrisinde… Ne dersin?
 
Ama o Beyonce… O çok çok büyük bir isim. Artık kaygılanacak bir konusu yok onun. O bir reklam ürünü aynı zamanda. Bir albüm yaptığında  onu satmıyor; çünkü sattığı şey müziğin dışında başka şeyler… Bir sürü reklamlarda çıkıyor. Loreal’den tut pek çok firma için… Albüm satmıyor ve ondan para kazanması gerekmiyor.  Reklamlardan para kazanıyor zaten artık albüm satmasa da takmaz.

Bu başka bir dünya… Ki bu insanlar iyi müzik de yapıyor. Beyonce’nin yaptığı müziği ayrıca çok da beğeniyorum. Onunla çalışan arkadaşlarım da var. Çok iyi bir müzik ama o ticari bir ürün. Çok popüler ve  güzel bir reklam ürünü o…

Sonuçta insanlar bana reklam ürünü olmak konusunda da güvenemezler; çünkü her şeyden önce seksi değilim. Coca Cola’yı daha çok sattıracak  kadar diyelim. Ben bir ürün değilim. Ama ona karşı da değilim. Bazı insanlar çok karşı buna. Ben buna karşı da değilim; sadece onlardan değilim. Ben zanaatkârım. Rihanna’yı da dinlerim. Hiç karşı değilim. Aynı dünyada değiliz sadece…
 

Onlar öte yandan sürekli bir takım stratejiler de geliştiriyorlar bunun devamlılığı için diyelim. Örneğin son dönemde çağdaş sanatçılarla bir yakınlaşma var. Marina Abramoviç’le olan Jay Z alışverişi gibi…
 
Elbette… Bunu yapacak paraları var. Aksi takdirde kolay kolay o sanatçıları göremez, onlarla konuşamaz ve onları bir şey yapmaya ikna edemezler. Ben gitsem, bir şeyler yapmak istesem herhalde ilgilenmezler; kimsin derler?
 

Ben sizin için ayarlayabilirim isterseniz… Gülerek
 
Sekiz yıl önce çok ünlü bir koreografa gitmiştim. Çok büyük bir isim o yüzden söylemek istemiyorum. Takdir ettiğim, hayranı olduğum bir sanatçı. Bana baktı ve “Biliyor musun bir şeyler yap sonra bana gel” dedi. Yani hiç kimseyim onun için. İşin başında bir sanatçıyım. Benimle vakit kaybedemez. Ama Lady Gaga’yla kimse vakit kaybetmez… Anlatabiliyor muyum? Bir şeyi yapmak istemek yetmiyor. Zanaatkârlar için öyle değil yani…
 

Peki, ayarlasaydım kime gitmek isterdiniz?
 
Aslında ne yaptım biliyor musun? Dördüncü albüm için bir ressamla çalıştım.  Yaptıklarını çok beğendiğim biri. Çok lokal, tamamen tanınmayan Fransız bir ressam; benim  yaşadığım yerden… Albümümün kapağında bir resmi var. Bu bir seri: Black Work. Jeanlou Joux.  Bu seri özellikle benim için gerçek bir şoktu. Bir galeride gördüm… Göreceksin albümde… Karışık medya. Tahta, metal, bazen yakıyor. Bu formlar çok büyük bir resim oluşturuyor. Farklı hayatlar gibi… Ben çok sevdim.

Katmanlar, mekân ve süreç… Benim ifademe çok yakın. Çok ünlü birine gitmedim, ama ilginç bir şey gördüm ve onunla çalıştım. Kapakta işi var ve o işe ulaşırken geçirilen bütün aşamaları görebilirsiniz. O da benim gibi bir zanaatkâr. Bu zamanda yaşıyor. Şu anda yaşıyor, yani çağdaş bir sanatçı.
 

Çağdaş sanatı ne güzel tarif etmiş oldunuz. Bu zamanda yaşamakla…
 
Çok açık ama… Çağdaş, soyut olmak zorunda değil. Herhangi bir şey olabilir. Benim grubumla yaptığımız da çağdaş müzik. Tam anlamıyla soyut değil.  Melodik. Çağdaş sanatın ya da müziğin melodik olmaması, soyut olması gerektiğini kim söyledi? Ya da kolay dinlenebilir olmaması gerektiğini?
 

Bazı caz müzisyenleri, müziğin kolay dinlenemezliğine çok paye verebiliyor. Soyutlamayı bir meydan okuma  sanıyorlar. Ne büyük yanılgı… Anlaşılır olmamayı erdem sayma?
 
Karmaşık ve karışık bir şey yapabilirsin ve aynı zamanda anlaşılabilir olabilir. Karmaşık oldukça, anlaşılır olmaktan uzaklaşmayabilir yani…
 

Amcanız da sonuçta öyle yazmıyor mu? Çok insana ulaşıyor. Çok kıymetli fikirler taşıyor, ama bunu çok yalın bir dille aktarıyor.
 
Zaten ben de dünyayı onun gördüğü gibi görüyorum. O yüzden albümlerime sayfalar dolusu metinler yazıyorum. Anlaşılmak gibi bir derdim var çünkü… Anlaşılmak istiyorum. Müziğimle, cümlelerimle…  Benim konserlerime gelenler “Off, çok etkileyiciydi ama anlamadım” demesinler. Müziğimden etkilenmesinler, onu anlasınlar. Ben anlaşılmak istenen çağdaş sanatçılardanım sanırım…
 

Son sorum, Ortadoğu’da olup bitenle ilgili ne düşündüğünüz ve ne hissettiğiniz olacak?
 
Gidiyordum ben de… Şaka bir yana… Gerçek fikrim ne biliyor musun? Olup biteni yorumlamak ya da özetlemek gibi bir şey söz konusu olamaz. Şu anda neyin ne olduğu, kim kimin olduğu birbirine girmiş durumda… Bir taraf olmak hemen hemen imkânsız. En azından şimdilik ben öyle görüyorum. Türkiye’de, insanlar arasında bir uyum var aslında. Batı ülkeleri çok işin içine girerse, Türkiye adına kötü olur. Sizi rahat bırakmalılar. Lübnan’da Batılıların bizim için her şeyi yapmalarını kabullenmişiz, sonuç ne olmuş? Senin için her şeyi birileri yapmış. Ayakkabılarını bağlamış, seni yıkamış; şimdi hiçbirini tek başına yapmayı bilmiyorsun.  Altmış yaşlarında bir çocuk Lübnan. Kendi kendini yönetmeyi bilmeyen…  Hâlâ elektrik kesiliyor ülkede… Sivil savaş biteli yirmi yıl oldu.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 17:25:06