A password will be e-mailed to you.

 

Ayyuka anlatıyor. Sarp Keskiner soruyor. Amerikan Surf müziğinden Türk Surf müziğine, yerlilik yabancılık, 1980 darbesinin müziğe yaptığı darbeye kadar sohbet su gibi akıp gidiyor.

Geride kalan on yıl içerisinde Ayyuka ile şahsen yolum defalarca kesişti ama bu kesişmelerin tümünün seyri, neredeyse kadim Çin hikâyelerindeki durumlara benziyor: Onlar yolda yürürken ben çiçek topluyormuşum veya bir ağacın altında beraberce şarap içerken gökte bir ejderha belirmiş… Böyle rastlaşmalar. İşte o on yılı devirdikten sonra, geçenlerde Kiracı Odaları Sokağı’na konuk oldum ve sabaha dek elde gitarla cem ettik. Sorularımı esirgemedim, bu kez o Çin hikâyelerinde başat rolleri üstlenen bin yaşında ihtiyarlar veya tilki kadınlar da yoktu. Kesintisiz muhabbet önce gece Peyote Teras’ta tellendi; ardından Sütlüce’de yağmurlu bir sabahla sonlandı.

Sarp Keskiner: İlk akla gelen soruları sona bırakarak önce şunu sorayım: Surf semalarında uçmaya başlama sebebiniz nedir ve nereden kaçtı Ayyuka’nın sound’una surf?

Özgür: Bizim aslında başından beri melodisever bir durumumuz var. İlk albümde de enstrümantal melodik şarkılar vardı; “Hamam Sefası”, “Azgın Çengi”, “Çifte Yarası” ve “Çaça” gibi… Altan’dan gelmişti sanırım bu melodik enstrumantal yapının üzerine gitme fikri… İlk albümdeki o çok tarzlı çeşitlilik ve moddan moda geçişler zamanla biraz tuhaf gelmeye başlamıştı bize… Daha bütünlüklü ve nispeten, tek temaya referans verecek bir şeyler yapmak isteği doğdu, zamanla. Melodi ağırlığı da bizi surfe yöneltti.

Ahmet: Aslında surf tınısı ve tonu hep vardı Ayyuka’nın müziğinde. Meselâ konserlerde sıkça “Misirlou” çalıyorduk ama zaman içinde ortaya çıkan The Good The Bad gibi grupların bizi etkilediğini ve bu yöne doğru yüreklendirdiğini düşünüyorum. Neticede müziğimize iyice nüfuz etmiş olan surf sound’u, bu albümde kendine alabildiğine geniş bir yer açtı.

 

Sarp Keskiner: Size bu soruyu sormamın bir diğer sebebi ise henüz dünyanın yeni uyandığı üzere, 1963 – 1968 döneminde Türkiye’de enfes kalite ve özgünlükte bir surf hareketinin var oluşu… Ben “Karadeniz Surf”te ve “Baskın”da Mesut Aytunca’dan Erkin Koray’a, Gökçen Kaynatan’dan Rumble Fish’e doğru, toplumsal müzik hatıratımıza dair bir çok iz duyuyorum. Tüm bu tarihi referanslar yeni albüme giden süreçte sizi etkiledi mi; etkiledi ise ne kadar etkiledi? 

Özgür: Evet, o yıllarda böyle bir hareketlenme olduğunun farkındayız. O yıllar, surf müziğin Amerika’da en popüler olduğu yıllar ve burada da o akım ile hemen hemen senkronize olmuş bir durum var. Bu toprakların melodilerinin surf müziğe uyarlanmak için çok uygun olduğunu onlar da farketmiş sanırım. Gerçekten çok güzel işler çıkmış… Erkin Koray’ın “Çiçek Dağı” yorumu müthiş meselâ! Alican bir toplama bulmuştu; “Turkish Surf Music” gibi bir şey… Orada tüm bu erken döneme dair işleri toplu halde görmek bizim için çok şaşırtıcı olmuştu. Optikler, Mavi Işıklar, Apaşlar ve sair grup… Aslında benim surf müzikle tanışmam, Pulp Fiction film müzikleriyle oldu. Herhâlde bu tür bir tanışma, çoğu yaşıtımız için geçerlidir.

 

Sarp Keskiner: Peki bu yerli surf hareketi neden sönümlendi sizce?

Özgür: Dünya surf hareketi de sönümlenmişti bence… Sonuçta, şu an bize hiç öyle gelmese de, o yılların popüler müziğiydi bu.Tarantino tekrar hortlatana kadar, bu müziklerin tarihin bir köşesine ve sadece koleksiyonerlerin arşivlerine kısılıp kaldığını düşünüyorum. Popüler müzikler de değişir zaman içinde… Bir bakarsınız surf popüler olmuş; bir bakarsınız rumba almış başını gitmiş, bir bakarsınız hip hop gelmiş… Ayukka dersek; bizde zamanında popüler olmuş türlü müziği popülerliklerini kaybettikleri zaman çalmak gibi bir durum var. Grup olarak, popüler olana dair bizim zamanlama algımız ve kavram tanımımız oldukça farklı.

 

Sarp Keskiner: Şimdi ilk akla gelen soruları sorma zamanı geldi… Ayyuka’yı 1998 – 2000 döneminde “birinci Peyote”de filizlenip sonra yaprak yaprak açılan Zen, İstanbul Blues Kumpanyası, Replikas ve Nekropsi’nin ortaya çıkmasında başat rol oynadığı; Anadolu Rock’ın ilk on yılına pek çok referans veren o yeni izleğe karşı epey sempatili buluyorum. O dönemi, Eskişehir gözlüğünden de bakarak özetler misiniz? İstanbul’a gelişinizi de öyküleyerek…

Özgür: Evet, bu saydığın isimler biz Ayyuka olmadan önceden beri severek takip ettiğimiz isimler. Bu gruplardan özellikle Zen, benim için biraz ayrıcalıklı. Zen’i o yıllarda İstanbul’da üniversitede okuyan abim sayesinde öğrendim. Biz o sırada Samsun’daydık. İstanbul’daki yeni müzik olaylarından bahsederdi abim sürekli… Zen’in “Suda Balık” ve Nekropsi’nin “Mi Kubbesi” benim için çok zihin açıcı albümlerdi. Sonra ben de İstanbul’a gelince, o biriken gazımla bu grupların izini sürmeye başladım. Bu izler beni “ilk Peyote”ye ulaştırdı. İmam Adnan Sokak… Replikas’ı da ilk orda izledik. Bir de İstanbul Müzik Şenliği’nin düzenlendiği Harbiye Askeri Müzesi’nde İstanbul Blues Kumpanyası’nı, Replikas’ı ve Zen’i izlemiştik… Çok güzeldi. Biz o sıralar Eskişehir’de Ayyuka’yı kurarken bu gruplar, Türkiye’de bizim için güncel olan ve ilgimizi çeken az sayıdaki gruptu. Bunların dışında Erkin Koray, Cem Karaca, Barış Manço, Moğollar… Bence tüm bu gruplarda yer alan üyelerle ilk ortak yönümüz, yoğun olarak Batı kaynaklı müzikleri dinleyerek büyümüş olmak… Ardından, buralardan çıkmış müziklere sempati duymuş, bu müziklere yönelmiş ve bu müzikleri kendi anlayışları içerisinde eritebilmiş gruplar olmamız. 80 sonrasında büyümüşler olarak, birbirimizle tanıştıkça ve zamanla birbirimizi tanıdıkça, hepimizin 1960’lar ve 70’lerde tüm dünyayı kapsar şekilde ortaya çıkmış bir müzikal devrimden geriye kalmış parçaları birleştirmeye çalışan, iyi niyetli insanlar olduğumuzu fark ettik. 1980 derken; darbeden kaynaklanan o kesinti olmasaydı, Türkiye’de müzik belki şu an çok farklı bir noktada olacaktı…

 

Sarp Keskiner: “Paranoya”, “Geçecek Böyle” falan derken rindane bir bolero, merengue aşkı belirmiş. Hayrola? Albümü dinledikçe, bir tür müzikal dişilik ayyuka çıkmış gibi görünüyor… 

Özgür: “Paranoya” çok eski bir şarkı… Hâtta ilk albüm zamanında bile vardı repertuarda… Ama bu kaydettiğimiz, herhâlde beşinci versiyon falan. Üstelik o versiyonların beşi de birbirinden alâkasız. Biz kendi şarkılarımızı cover’lamayı seviyoruz. “Eski bir şarkımızı Latin tarzda yorumladık” gibi oldu. “Geçecek Böyle”de ise benim Kırıka maceramın etkisi var. Bu parça ortaya çıkarken aklımda Kırıka vardı, öyle hatırlıyorum. En azından çıkış noktası olarak… Diğer yandan, bizim şarkılardaki o Latin etkisinde hep bir Tom Waits havası ve onun gitaristi Marc Ribot’nun etkisi vardır…

 

Sarp Keskiner: Bizler hep aksinin olmasını umarken, yakın geçmişin Z raporuna bakıyoruz da, pek sık konser vermiyorsunuz. Bunu teslim edelim. Sebep?

Özgür: Talep yok. Ahmet: Birden fazla sebep var… İlki, bizim tembelliğimiz. İkincisi ise hepimizin başka başka işleri olması. Üçüncüsü, yakın zamana kadar bir menajerimizin olmaması ve benim Eskişehir’de olmam.. Ayyuka için konser talebi yok değil bence ve ileride daha çok konser vereceğimizi düşünüyorum. Tabii ki bunun için biraz daha emek vermemiz gerekiyor.

 

Sarp Keskiner: Kendi prova stüdyonuza sahip olma konusunda öncülerden birisiniz. Kendi mekânında müzik yapmanın albüm ve şarkı tasarlamaya ne gibi etkileri, yardımları oluyor?

Özgür: Hiçbir zaman planlı, programlı, disiplinli bir grup olmadığımız için kendimize ait yer olması bizim için çok önemli. Şarkı çalışmaya gidip iki saat doğaçlama yaptığımız da oluyor. Bizim gibi bir grubun kayıt stüdyosunda zamanı idareli kullanması çok zor olduğu için, serbest zamanlı bir durum yaklaşımı elbette çok faydalı. Diğer yandan, böyle bir mekânın varsa müziğin de sürekli evriliyor. Arada pek çok değerli müzisyenle jam session olanağı çıkıyor. Tabii bu tür bir rahatlık işleri biraz uzatıyor olabilir ve “nasıl olsa yerimiz var; yaparız abi” deyip yaymak da çok bize denk düşen bir şey ama saatine onca para ödediğimiz stüdyo deneyimlerimizi hatırladıkça çok iyi yaptığımızı düşünüyorum. Kirayı karşılamak bazen bizi zorlasa da bu konuda inatlıyız.

 

Sarp Keskiner: Ben “Acaba”ya cidden aşık oldum…. Sizin için albümde öne çıkanlar hangileri?

Özgür: Hepsi çocuklarımız. ayırt edemem. (Gülüyor) Ahmet: “Hatır İçin” ve “Geçecek Böyle”.

Altan: “Kiracı Odaları”nda “D9/8” ve “Namık Abi’nin Türküsü”; benim için diğerlerinden biraz farklı bir yerde duruyor.

Sarp Keskiner: Özgür; sen aynı zamanda Kırıka ile de çalıyorsun. Kırıka ile geçirdiğin sürecin bu albümün tınısına net bir etkisi var mı?

Özgür: Genel olarak albümde böyle bir etkinin olduğunu pek sanmıyorum ama Salih Peker vibratolu gitarı çok seviyor. Bendeki sevgiyi de bu anlamda çok gazlamıştır. Tını konusunda ise Kırıka ile çalıyor olmamın albüme kritik bir etkisi olduğunu zannetmiyorum. “Namık Abi’nin Türküsü”, doğaçlama sırasında ortaya çıkan bir melodiden ortaya çıktı ve kendini buldu. Uzun süre de şarkı olamadan kalakaldı. Bir başka doğaçlama seansında evrildi ve 15-20 dakikalık kaydın bölümleri bir süzgeçten geçirilince “Namık Abi…” albümdeki hâlini aldı.


Sarp Keskiner: Bundan sonra ne var?

Altan: Ahmet’in uygun olduğu zamanları kolluyoruz; yeniden stüdyoya girmek için… Bundan sonra tamamen doğaçlama bir albüm yapmak istiyoruz meselâ. Belki sömestrede… Denemek istediğimiz daha bir ton şey var. Bizim stüdyodan başka başka albümler de çıkacak gibi görünüyor. Artık müziği kayıt tekniği ve yöntemleri ile her işi bir bütün olarak düşünüyoruz. Başka projeler için de prodüktörlük yapma niyetimiz var…

Daha fazla yazı yok
2024-11-25 03:14:47