Jonathan Jones’un başlattığı performans sanatı tartışması dallanıyor. Ulya Soley Sanatatak için görüşlerini yazdı: "Performans sanatındaki kadın egemenliğinin altında kadın sanatçıların resmetme yetisinin küçümsenmiş olması yatıyor olabilir."
Performans sanatının temelini, sürecin sonucun önüne geçmesi oluşturur, yani bitmiş eser yerine beden ve eylem, merkeze oturtulur. Performans, izleyiciyi hem fiziksel hem duygusal olarak içine alır ve kendi bedeninin farkında kılarak izleyici üzerinde etkili olur. Kanvas yerine bedenin kullanılmasıyla, ulaşılabilirlik sorununu ortadan kaldırabilecek çok önemli bir adım atılmıştır, fakat yine de performans sanatı anlaşılmaz ve anlamsız olmakla suçlanmış ve izleyici tarafından benimsenmesi kolay olmamıştır. 60’lardan bu yana bu anlayış biraz farklılaşmakla beraber çok fazla değişim göstermemiştir. Fakat performans sanatı, her dönemin kendine özgü dinamikleriyle şekillenmiş ve bugünkü sanat piyasasına ve disiplinlerarası çalışmalara ayak uydurmuş hatta zaman zaman bunların odağına yerleşmiştir.
Performans sanatının ilk dönemlerinin devrim niteliğinde olduğu düşünülür, zira yalnızca sahne sanatları kapsamında konumlandırılan bu mecra, 50’lerde Jackson Pollock’un eylem resimleriyle güzel sanatların odağına girmeye başlar ve eylem, ortaya çıkacak olan eserin önüne geçer. Merce Cunningham, John Cage gibi Black Mountain College’daki işbirlikleriyle bilinen sanatçılar, teatral bir dil, dans ve müziğin birleştiği performanslarla, bu sanat dilini oturtmaya başlarlar. Japon sanatçı kolektifi Gutai Grup da performansın öncülerinden olmuştur. ‘Gu’ araç, yöntem anlamına gelir, ‘tai’ ise beden. Bedenin bir araç olarak kullanılmasına dikkat çeken Gutai sanatçılarının Allan Kaprow Happening’lerine ve Beuys ve Yoko Ono gibi sanatçıların Fluxus etkinliklerine öncülük ettiği, ilham verdiği düşünülür.
Yoko Ono, 1964’te Cut Piece performansıyla seyirciyi üzerindekileri kesmeye davet ettiğinde, Carolee Schneemann Meat Joy performansıyla dikkatleri üzerine çekmişti. O dönemde Barbara Smith, San Francisco Kavramsal Sanat Müzesi’nde Feed Me başlıklı performansı gerçekleştirdi. Smith, müzenin dar bir odasında çıplak durmaktaydı ve hoparlörlerden sürekli “feed me” (besle beni) sesi tekrar ediyordu. Sanatçı, gelenlerden kendisini çay, şarap veya ot ile beslemelerini istedi, karşılığında onlarla iletişim kurdu ve onlara ilgi gösterdi. Bu örneklerde, nesneleştiren erkek bakışına karşı bir duruşun ön plana çıktığına bakılacak olursa, performans sanatının, uzun süre kadınların önemli bir iletişim aracı olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Performans sanatındaki kadın egemenliğinin altında kadın sanatçıların resmetme yetisinin küçümsenmiş olması yatıyor olabilir. Elbette erkekler de performans sanatını benimsemiş, hatta video sanatı ile iç içe geçmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Örneğin 70’lerin en ikonik performanslarından birini erkek sanatçı Vito Acconci gerçekleştirmiştir. Seedbed isimli performansında Acconci galeriye bir rampa kurar, rampanın altında mastürbasyon yapmakta olan Acconci’nin sesi hoparlörlerle boş galeriye verilir. Performans sanatı 60’larda ve 70’lerde ağırlıklı olarak cinsellik ve toplumsal cinsiyet kavramlarını konu edinirken, 80’lere yaklaşırken daha politik/siyasi bir duruşu temsil etmiş ve aktivizmin önemli bir aracı olmuştur. Bu süreçte Suzanne Lacy, Leslie Labowitz gibi isimler etkili olmuş, performansı bir sosyal müdahale olarak konumlandırmışlardır.
Bugünün en popüler performans sanatçısı diyebileceğimiz Marina Abramovic ise ilk performansını 1973’te gerçekleştirir, bedenin sınırlarını test ettiği Rhythm 10 isimli performansında parmaklarının arasına sapladığı bıçaklar, zaman zaman parmaklarına isabet eder. Abramovic izleyiciyi rahatsız eden performanslarıyla ilgili şöyle demiştir: “Performans halindeyken bedeninize normalde kesinlikle yapamayacağınız şeyler dayatırsınız.” Abramovic’in son zamanlardaki performansları ise, biraz daha reklam kokan ve daha ticari çalışmalar: Örneğin 2013’te Jay-Z’nin Picasso Baby şarkısı eşliğinde gerçekleştirdiği performansı izlenme rekorları kırdı. Elbette Abramovic tek başına performans sanatını temsil etmiyor. Performans sanatının gelişimini tek bir sanatçı üzerinden analoji kurarak açıklamaya kalkışmak, Jonathan Jones’un geçen hafta the Guardian’da yayımlanan, Milo Moiré ve performans sanatı hakkındaki yazısında düştüğü hatayı tekrarlamak olacaktır. Ancak ne yazık ki sanat tarihi, ismi yer etmiş sanatçılar üzerinden yazılıyor ve ilerleyen zamanlarda, bugün çok etkileyici performanslar sergileyen sanatçıların veya kolektiflerin yerine, performans sanatını Abramovic’in attığı adımlar temsil edecek olabilir.
Performans sanatının bugünkü konumunu değerlendirirken göz önünde bulundurmamız gereken önemli bir etken de sanat piyasası. Bugün çağdaş sanat dinamiklerinin belirleyici faktörlerinden kapitalist ekonominin, sanat algısının değişmesinde önemli bir rolü var. Peki, performans sanatı bu denklemin neresinde yer alıyor? Doyumsuzluk kelimesini sık sık kullandığımız bugünlerde artık sanat eserlerine sahip olmak sanat izleyicisini ve koleksiyonerleri yeterince tatmin etmiyor. Artık ayrıcalıklı hissetmenin yolu, az kişinin katılabildiği eşsiz deneyimler yaşamaktan geçiyor. Müzayedede yüksek fiyatlı eserlere pey sürmek yetmiyor, kapalı bir etkinliğe davetli olmak, bir performansı ilk kez izleyecek olmak, sanatçının kendisinin vereceği bir sergi turuna katılmak gibi bir takım deneyimlerle resmi tamamlamak gerekiyor. Bu çerçevede değerlendirildiğinde performansın da piyasaya hizmet eden bir yanı olabileceğini ve 60’ların performanslarından bu anlamda da farklılaştığını açıkça görüyoruz. Sanatçıyı tanrılaştıran bu tutum, Abramovic’in MoMA’daki son çalışmasına The Artist is Present (2010) (Sanatçı Aramızda) gibi hiç de mütevazı olmayan bir başlık koyabilmiş olmasını ve bu durumu kimsenin yadırgamayışını da açıklıyor.
2000’lerden bu yana üniversitelerde performans bölümleri açılmakta, Performa (yalnızca performansa odaklanan bir bienal) düzenlenmeye başlandı, performans küratörlüğü kavramı ortaya çıktı, MoMA “medya” departmanını “medya ve performans sanatı” departmanı olarak değiştirdi. Belki de performans sanatı bir yeniden doğuş yaşıyor, ve bu süreçte 60’larda gerçekleşen performanslar tekrar düşünülüyor ve değerlendiriliyor. Bazı sanatçılar fuarlarda boy gösterirken, bazıları 60’lar ruhunu yaşatmaya devam etmeye çabalıyor. Performans sanatının ortaya çıkışı ve gelişim sürecini düşündüğümüzde, bugün Milo Moiré’nin, vajinasından çıkardığı yumurtaların yere düşmeleriyle oluşturduğu desenler neden bu kadar dikkat çekmiş ve eleştirilmiş olabilir? Büyük olasılıkla 60’lardaki tarz ve yaklaşımın ucuz bir taklidi olarak algılandı ve yaratıcı olmadığı düşünüldü, fakat bu durumda olan pek çok sanatçı var; ilham alma ve yeniden üretme süreçleri bugün birbirine karışmış durumda. Moiré basitçe, çıplak olduğu ve sanat “doğurduğu” için eleştirilmiş ve doğumun tekinsizliğini hatırlatan performansı izleyenleri tedirgin etmiş olabilir mi?