57. Selanik Film Festivali’nde Cezayir, Yunanistan, Bulgaristan, Türkiye, Kıbrıs ve Lübnan’dan filmlerin sinemanın ötesine geçip coğrafyanın ciddi meselelerini ele almalarına tanık olduk.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bıraktığı kültür miraslarından biri de ortak sözcükler ve kavramlardır. Türkler, Yunanlılar, Araplar, Ermeniler, Balkan halkları kader, dert, merak, sevda nedir bilir, anlar, hisseder. “Aman!” deyince acır, “Hayde!” deyince acele eder, “S..tir” diye küfreder, kebap yer, mangalda kahve pişirir, hamamda yıkanır. Bugün askerlerin tel örgüleri koruduğu yerden dün sınır geçmediğini hatırlarız. Roma ve Bizans imparatorluklarından bu yana bizim buralar diyebileceğimiz bu geniş coğrafyanın insanlarının hayata bakışında, kurdukları ilişkilerde, kendilerini ifade etme biçimlerinde ortak payda çoktur. İster Slav Ortodoks olsun ister Sünni Müslüman Türk… Kültürel açıdan birbirinden çok değişik olmalarına ve zaman içinde siyasi rejimleri ve ekonomik gelişme düzeyleri nedeniyle hayat tarzları birbirinden çok farklılaşmış olsa dahi bu paydalar kaybolmamıştır: Bir romanın sayfalarında, bir kentin mimarisinde, bazen de yepyeni bir filmin imgelerinde ortaya çıkıverirler. Ezgiler o kadar benzer ki birbirine şarkıları paylaşamayız!
Beyoğlu ve Balat sokaklarında geçen bir hikaye
Selanik, tam da bunları düşünmenin ve yazmanın yeri bir İstanbullu için… Daha festivale gelmeden önce, İstanbul’da beş yıl yaşayıp çalışan Fotini Siskopoulou’nun “İstanbul Story” adlı filmini izledim. 1963 yılında Yunan pasaportu taşıdığı için Sürgün edilen annesinden kalan evi üstüne alabilmek, bir yandan da emlak vergisini yıllardır ödeyen kişinin kim olduğunu ve neden bunu yaptığını bulmak için Beyoğlu ve Balat sokaklarını, kendini bu tür davalara adamış bir avukatla birlikte adımlayan kadının öyküsünü anlatıyordu. Filmi yapanların öyküsü ise bu filmden daha ilginç bir filmin konusu olabilir, mülakatımız pek yakında Sanatatak’ta… Türk ve Yunanlıların ortak geçmişinin kırılma noktalarını güncel siyasetle buluşturan ve bir aşk öyküsünü de ihmal etmeyen film, iki tarafın resmi ideolojilerine de aldırmıyordu.
“Duvarımız” adlı filmiyle 1993 yılında Abdi İpekçi Barış Ödülü kazanan, Derviş Zaim ile “Paralel Yolculuklar” adlı belgeseli yapan Panicos Chrysantou, bir kez daha Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünü ele alıyor,“The Story of Green Line” (Yeşil Hattın Öyküsü) adlı yeni filminde. Kıbrıs’ın Türk ve Rum kesimlerini bölmek üzere Mağusa’nın ortasından geçen Yeşil Hat üzerinde nöbet tutan Kıbrıslı askerin arkadaşlığı, Türk ve Yunanlı komutanların düşmanlığına tezat oluştururken kırık bir aşk öyküsünün de kaldığı yerden devam etmesine vesile oluyor, bu absürd filmde. Chrysantou, sınırın ve tarafsız bölgenin absürdlüğünü vurgularken bir yandan da halkların adayla birlikte bölünmesini, komşuların düşman olup aşıkların ayrı düşmesini romantik bir tavırla işliyordu.
Tarihi süreci son derece yıkıcı olan bu kadar büyük meseleleri bir film çerçevesinde hem biçim hem içerikte eş derecede ustalıkla ele almak hiç kolay bir iş değil… “İstanbul Story” ve “The Story of Green Line” da sinema dilinden çok sosyo-politik yaklaşımıyla ilgi çeken filmler oldu.
Bir Lübnan filmi: Tramontane
Lübnanlı Ermeni yönetmen Vahe Bulgurciyan dünya prömiyerini Cannes Film Festivali Eleştirmenlerin Haftası’nda yapan “Tramontane”de ülkesinin karanlık geçmişini sade ve zarif bir dille aktarmayı başarmıştı. Çalıştığı Körler Okulu’nun korosuyla birlikte Avrupa’ya gitmek için pasaport çıkartmaya çalışan müzisyen Rabih, başvurduğu polis merkezinde nüfus kağıdının sahte olduğunu keşfediyor… Bu keşif Rabih’in annesine ve dayısına sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar alamaması sonucu kimliğini sorgulamasına ve kendini bir yalanlar silsilesi peşinde Lübnan’ı dolaşırken bulmasına yol açıyor. Rabih’in yolculuğu Güneyinden Kuzeyine Lübnan’ı katetmekle kalmayıp ülkenin kanlı iç savaş tarihine de bir yolculuğa dönüşüyor. Rabih, sadece fiziksel olarak değil hakikat açısından da karanlıkta olduğunu anlıyor ve parlak bir müzik yeteneğine sahip bu genç adam arayışıyla ve sesiyle bir Lübnan metaforu olarak beliriyor “Tramontane”de. Anlaşılan Luis Puenzo’nun “Resmi Tarih” filmini Lübnan’da da çevirmek mümkünmüş…
Cezayir’de çekilemeyince Selanik’te çekildi
Etnik kökenlerinin insanların başına bela açması bizim buraların dertlerinden sadece bir tanesi… Kökeni, dini, mezhebi tutturup cinsiyetten kaybetmek en yaygın dertlerden biri. Siyasi görüşü nedeniyle hayatının riske girmesi de az buz bir dert değil. Rayhana’nın başına gelen her ikisi de! Cezayirli kadın yönetmen ülkesinde dehşet saçan köktendincilere ve gelenekçi maçolara karşı bir hamamda mevzilenerek kendini kurtaramadı. Paris’te sahneye konan oyunundan uyarladığı “I still hide to smoke”u (Hala gizli saklı sigara içerim) Cezayir’de çekemediği için Selanik’teki Bey Hamamı’nda çekti! Yapımcısı Michele Ray – Gavras, II. Murat döneminde, 1444 yılında inşa edilen bu hamamın kapılarını başrolde Filistinli yıldız Hiam Abbas’ın oynadığı “I still hide to smoke” ekibine açtı. Fransa’dan gelen ağabeyinin öldürmeye çalıştığı hamile bir genç kadını üst katında saklandığı hamam, kadınlar için erkeklerden uzakta bir özgürlük alanını temsil ediyor. Muhafazakar bir çevrede hayatları zaten çok zor olan kadınlar bir de köktendinci terörist saldırılara, su ve elektrik kısıntısına katlanıyor… Kendilerini hamama atıp rahatlıyorlar, orada içlerinden geldiği gibi konuşuyor, hayallerini ve dertlerini paylaşıyorlar. Kadın olmaktan daha büyük dert mi olur bizim buralarda?
Yunanlı kadın yönetmen Sofia Exarchou’ya göre bugünün, yani ekonomik krizin Yunanistanında kadınıyla erkeğiyle yoksul ve genç olmak başlı başına bir sorun. İşsizlik ve geleceksizlik, bir kuşağı köklerinden koparıp şiddet rüzgarında sürüklüyor “Park”ta. Terk edilmiş Olimpiyat Köyü’nde ve Atina’nın ikinci sınıf tatil köylerinde geçen bu film hayatın taşrasında yaşayanların sesi olmaya çabalıyor…
Kadın olmanın üstüne yok
Anlattığı öyküye yakışır bir estetiği yaratabilen Bulgar kadın yönetmen Ralitza Petrova’nın “Godless”taki (Allahsız) başarısı ise takdire değer. Locarno’da Altın Leopar kazanan film de “Park” misali kaderine terk edilmiş bir kenti, hatta bir ülkeyi ve halkı anlatıyor… Komünizmin yıkılmasına hatta Avrupa Birliği’ne girmesine rağmen ilerleme kaydedememiş, yozlaşmış, insanları mutsuz ve umutsuz bir Bulgaristan fonunda uyuşturucu müptelası üçkağıtçıların öyküsünü anlatıyor. Vicdana gelen kadın kahramanı aracılığıyla bir çıkış arıyor “Godless”.
Bizim buraların dertleri çok elbette, kadın olmak bunların başında geliyor gelmesine ama bu dertlerle baş etmekte, direnmekte ve değişim için fark yaratmaya cesaret etmekte de kadınların üstüne yok…