Geçtiğimiz Nisan ayında 42. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde izlediklerimi yazmaya devam ediyorum. Yazmaya değer gördüğüm belgesel yapımları iki ayrı yazıda ele alacağımı söylemiş, bu mini yazı dizisinin ilkinde “Kavur” ile “Aşk, Ateş ve Anarşi Günleri: Türk Sinemateki ve Onat Kutlar” belgesellerini incelemiştim.
Merak edenler şu linkten yazıma ulaşabilirler:
https://www.sanatatak.com/view/42-istanbul-film-festivali-belgeselleri-1
İkinci ve son bölümdeyse “All The Beauty And The Bloodshed” ile “Lynch/Oz” belgesellerine değineceğim.
ALL THE BEAUTY AND THE BLOODSHED
HAYATIN TÜM ACILARI VE GÜZELLİKLERİ
LAURA POITRAS
42. İstanbul Film Festivali’nin Galalar bölümünde izlediğim “Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri” başarılı, ödüllü ve cesur belgeselci Laura Poitras imzalı.
En sonda söyleyeceğim şeyi bu sefer en başta söylemek isterim; bu belgesel bir şa-ha-ne! Ulaşmaya çalışın ve bulduğunuz yerde de kaçırmayın!
“Citizenfour” (2014) ile En İyi Belgesel Film Oscar’ını kazanan Laura Poitras, 20. yy. ‘ın tabuları yıkan fotoğrafçılarından, aynı zamanda aktivist olan Nan Goldin’in kendi epik ve duygusal hikâyesiyle, ABD’de 400.000 kişinin ölümüne sebep olan OxyContin bağımlılığına karşı verilen mücadeleyi paralel bir anlatıda birleştirmiş. Afyon türevi ilaçların yaygın adı olarak kullanılan “opioid”, Sacler Ailesi’nin sahibi olduğu ilaç şirketi Purdue Pharma‘nın ürettiği OxyContin isimli ilacın içeriğinde yer alan çok güçlü ağrı kesici etkiye sahip olan bir madde.
Belgesel beş bölümden oluşuyor:
- Acımasız Mantık
- Geçer Akçe
- Şamatacılar Barı Sokağı
- Kayboluşumuza Karşı
- Kız Kardeşler
Kendisi de OxyContin bağımlısı olan Nan Goldin, bu ilacın mağdurları ve onların aileleri ile birlikte P.A:IN (Prescription Addiction Intervention Now – Reçete Bağımlılığına Hemen Müdahale) grubunu kurar.
Goldin’in Kişisel Fotoğraf Albümünden, Sanat Müzelerindeki Eylemlere…
İlk bölümden final bölümüne değin Nan Goldin’in kendi hayatından kesitlerin de yer aldığı, 60’ların-70’lerin ruhunu ve heyecanını çokça hissettiren bir zaman yolculuğunda buluruz kendimizi. Goldin’in ailesi ve kız kardeşine dair olan tüm sırlar, arkadaşları ve sanatçı dostlarıyla olan ilişkisinin tüm ayrıntıları samimiyetle ve tüm gerçekçiliğiyle resmedilir. ”Resmedilir” derken kelimeyi metaforik anlamda kullandığım gibi, reel anlamda da kullanıyorum çünkü film, bu anlatılar boyunca Goldin’in kişisel albümünden fotoğraflara çokça yer veriyor; üstelik bunları kendi sesinden dinliyoruz. Bu fotoğraf karelerinde Goldin’e, ailesine ve arkadaşlarına dair her şeyi bulmak mümkün: Aile içi şiddet, kardeşi Barbara, cinsellik, travestiler, uyuşturucu, bağımlılar, marjinal gece hayatı, çılgın 70’ler…
Yönetmen Laura Poitras, bir sanatçının hikâyesini klasik bir biyografi anlatısıyla değil de sanatçının sanatını, kendi sanatıyla birleştiren ustaca bir rejiyle harmanlayarak veriyor. Aktivist olan Goldin, grubuyla birlikte Sacrer Ailesini ifşa ve protesto etmek için eylem merkezlerini, en prestijli sanat müzelerinden ve galerilerinden seçiyor.
Bağımlıların acıları ile yok edilen hayatların üzerinden ahlaksızca para kazanan Sacrer, bu müzelerin bazılarına büyük bağışta bulunmaktadır. Öyle ki Metropolitan Müzesi’nde bir galeriye/salona verilmiş olan Sacrer’in adı, Goldin ve arkadaşlarının 4 yıl süren eylemleri sonucunda kaldırılır.
Ailesinin, ablası Barbara’nın henüz 11 yaşındayken içinde bulunduğu ruh haline, fikirlerine olan kayıtsızlığı, bu kayıtsızlığın getirdiği intihar sonucu yaşadığı kardeş kaybı Goldin’de müthiş bir öfkenin başlangıcına neden olur. Daha sonra ailesinin kendisini evden atmasına da şahit oluyoruz. Burada başlayan öfkenin ritmi, eylem protestolarında devam ederek anlatıyı biçimsel olarak hem birbirini tam(am)layan, hem de sanatın gücüyle ne denli başarılara imza atılabileceğinin altını çizen- tıpkı Nan Goldin’in kişiliği gibi- politik ve aktivist bir form oluşturur.
2023’te belgesel dalında Oscar adayı olan ve Venedik Film Festivali’nde kurmaca rakiplerini geride bırakarak Altın Aslan Ödülüne layık görülen “Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri”, Goldin’in şu vurucu repliğiyle etkileyici bir iz bırakıyor:
“Yeteri kadar fotoğraflarsam kimseyi kaybetmem diye düşünürdüm ama aslında fotoğraflarım bana ne çok şey kaybettiğimi gösteriyor.”
LYNCH / OZ
ALEXANDRE O. PHILIPPE
42. İstanbul Film Festivali’nin Cinemania bölümünde izlediğim “Lynch/Oz”, Alexandre O. Philippe’in David Lynch’in “Oz Büyücüsü” (The Wizard of Oz / Victor Fleming – 1939) filmine duyduğu takıntı derecesindeki ilgiye dair epey detaylı ve derinlemesine hazırladığı bir belgesel niteliğinde. Belgeseli, Amerikan sinemasının ve tüm zamanların çok sevilen filmi ”Oz Büyücüsü” ile sürrealist David Lynch’in filmleri arasındaki benzerliklerin eğlenceli bir analizi diye özetlemek mümkün.
“Oz Büyücüsü’nü Düşünmeden Geçirdiğim Gün Yok.”
“İnançlı Atlayış”, “Memory”, “Halk George Lucas’a Karşı”da olduğu gibi sinema tarihini didikleyen Alexandre O. Philippe, David Lynch‘in filmleriyle “Oz Büyücüsü” arasındaki bağlantıları ve kesişen noktaları ortaya çıkarmaya çalışmış. Altı bölüme ayırdığı anlatısını seslendiren yedi isim var, bu isimlerin kendileriyle yapılmış bir röportaj yok, her biri getirdiği farklı bakış açısıyla o bölümün anlatıcısı konumunda.
İlk bölüm olan “Rüzgar”ı Any Nicholson, 2. bölüm “Perdeler”i yönetmen- yapımcı Rodney Ascher, 3. bölüm “Muhteşem Kafadarlar”ı oyuncu-yönetmen John Waters, 4. bölüm “Kalabalıklar”ı yönetmen Karyn Kusama, 5. bölüm “Judy”yi oyuncu-yönetmen Justin Benson ile görüntü yönetmeni Aaron Morehead ve 6. bölüm “Derinleşmek”i yönetmen David Lowery anlatıyor.
David Lynch o meşhur cümlesinde “Oz Büyücüsü’nü düşünmeden geçirdiğim gün yok.” der. Alexandre O. Philippe, “Lynch/Oz”da Lynch ile Oz Büyücüsü arasındaki büyüleyici ilişkiyi keşfetmek uğruna bu cümleden hareketle sarı tuğlalı yola düşüyor. Lynch’in bariz ya da üstü örtülü bir şekilde kullandığı imge ve semboller, her bir bölümde bahsi geçen isimlerce gösterilip, anlatılıyor.
Any Nicholson‘ın anlattığı ilk bölüm “Rüzgar”da Oz Büyücüsü’nün ana karakteri Dorothy Gale’in hikâyesinin David Lynch’in hikâyesi olduğuna dikkat çekilir; ikisi de maceraların planlanamayacağını bilir.
“Lynch bilinciyle değil bilinçdışıyla üretir.” diyen Karyn Kusama ise Lynch’in hikâyenin dışındaki hikâyeyle, çoklu gerçeklikle ilgilendiğine dikkat çeker.
Uğursuz rüzgarlar, psikojenik fügler, “Blue Velvet”teki kadın karaktere de Dorothy isminin verilmiş olması gibi Oz Büyücüsü’ne referans olabilecek pek çok detayı fark ederiz.
Victor Fleming’in “Oz Büyücüsü”nün teması, kültürel kodları, görsel dünyası David Lynch’in ilk kısa filmi “The Alphabet”ten itibaren tüm çalışmalarına sirayet etmiş şekliyle gösteriliyor. Lynch gibi “Oz Büyücüsü”nün ilhamına kapılmış başka bir sinemacı var mıdır bilmiyorum.
Elbette Oz diyarını Lynch’in sembolizmle dolu sinemasının tüm gizemini çözen bir anahtar olarak göremeyiz, Lynch’in filmlerini büyük bir yap-boz tablosu olarak kabul edersek “Oz Büyücüsü” yalnızca bir tanesinin olası bir parçası olabilir, önemli bir parçası.
Bir film tarihi dersindeymişsiniz gibi hissettirecek “Lynch/Oz” alışılagelen biyografilerden değil. Lynch’in evrenini keşfetmeye yeni başlayanlar için hem faydalı bir belgesel, hem de referans verilen detaylarla keyifli bir seyirlik olarak tavsiye ederim.
İyi seyirler.