Türkiye’nin ilk kadın filmleri festivali olma niteliğindeki Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali 27. kez seyircisine “Merhaba” derken, ben de ilk kez festivalin davetlisi olarak heyecanla Ankara’nın yolunu tuttum.
“Daha Fazlası, Daha Azı Değil: Sen Uçuşu Hatırla”
Bu yıl “Daha Fazlası, Daha Azı Değil: Sen Uçuşu Hatırla” temasıyla yola çıkan festival, her şeyden önce toplumsal cinsiyet eşitliğini önceliyor ve dünyanın pek çok farklı noktasından dayanışmayla direnen, ilham veren kadınların hikâyelerine yer veren filmleri seçkisine dahil ediyor. Bu yıl bir yenilik olarak geleneksel mekânına geri döndü ve gösterimler Kült Kavaklıdere olarak kente yeniden kazandırılan Kavaklıdere Sineması’nda düzenlendi.
Kavaklıdere’nin iki salonunda da gösterilen filmlere ilgi çok yoğundu, bilhassa öğrencileri ve genç seyircileri görmek beni çok memnun etti. Ankara’nın bilinçli, politik ve sanata düşkün bir seyircisi var ne mutlu ki. Tabii bu yoğun ilginin diğer bir gerekçesi de bilet fiyatlarının gayet makul tutulmuş olmasıydı. Bu doğru bir strateji bence, festivaller bilet fiyatlarını güncel vizyon fiyatlarından daha aşağı çekmeliler; bu karardan dolayı festival yönetimini yeniden takdir ediyorum.
En İyi Film “Gloria”!
Fransa ve İspanya’dan sonra dünyadaki üçüncü kadın filmleri festivali olan Uçan Süpürge’de bu yıl Britt Sørensen, Katharina Dockhorn ve Necla Algan’dan oluşan Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği (FIPRESCI) jürisi, “Her Biri Ayrı Renk” bölümünde gösterilen Margherita Vicario’nun yönetmenliğini üstlendiği “Gloria”yı En İyi Film seçti.
İtalya ve İsviçre ortak yapımı olan “Gloria”, tarihin sayfalarında gizli kalan kadın bestecilerin düş gücünü, yaratıcılığını ve yeteneğini hatırlatan bir yapım olarak sunuluyor. Venedik yakınlarında 1800’lerin başlarında, yetimhane, konservatuar ve kadınlar manastırı olarak hizmet veren Sant’Ignazio Enstitüsü’nde yaşayan Teresa’nın, az sayıda müzisyenden oluşan bir grupla çevresindeki dünyayı dinleyerek isyankâr, hafif ve modern pop müziğini icat etmesi konu ediliyor.
Festivalde Neler İzledim?
Festivali 2 gün takip etme imkânı sunulduğu için kısıtlı sayıda film izleyebildim ama özellikle Berke Baş’ın İstanbul Film Festivali’nde yakalayamadığım ve aynı festivalde En İyi Belgesel seçilen filmi “Dargeçit”i izleyebildiğim için çok mutluyum. Benim için festivalin favorisiydi.
“Mutluyum” derken, çok acı ve acıtan bir yapımla karşı karşıya olduğumuzu belirteyim. “Dargeçit” 27 yıllık bir sürece doğrultuyor kamerasını. 1995 yılında Mardin – Dargeçit’te oğulları ve kardeşleri devlet güçlerinin elinde kaybolan aileler, avukatları ve İnsan Hakları Derneği ile günümüz Türkiye’sinin yargı sisteminde hakikat ve adalet için mücadele edenlerin sesini duyuruyor bize. Cezasızlığa karşı mücadele edenlerin hikayelerine şahit olmak içimizi ezen cinsten bir duygu bırakıyor film boyunca..
(“Dargeçit” filminin gösterimi sonrasında film ekibiyle söyleşi yapıldı. / Fotoğraf: Arzu Arda Deger)
Boğazım düğüm düğüm, gözyaşıma hakim olamadığım bu belgeselden çıktıktan sonra arkadaşlarımla bile vedalaşmadan kendimi salonun dışına attım ve Tunalı Hilmi’de filmle birlikte biraz yürüdüm. Hazmetmesi zor bir gerçeklik… “Bir iki gün üzerine film izleyemem.” dedim ancak gündemi takip ediyorsanız malumunuz, bu ülke tarihinde utanç, hukuksuzluk ve adaletsizlik hiç bitmiyor!.Kaçış yok!
“Ben Ne Yapabilirim Sizin İçin Abdulaziz Bey, Biz Ne Yapabiliriz?”
Yönetmen Berke Baş, yapımcı Enis Köstepen ve oğullarından biri için 23 celsedir adalet arayışında olan Abdulaziz Bey, gösterim sonrası seyirciyle bir söyleşi gerçekleştirdi. Salondaki gençlerden birbirinden çarpıcı ve duygu yüklü görüşler ve sorular geldi. Gençlerden birinin şu sorusu tüylerimizi diken diken ederken, bir nevi iç sesimiz gibi yankılandı salonda: “Ben ne yapabilirim sizin için Abdulaziz Bey, biz ne yapabiliriz? Söyleyin onu yapalım.”
Yönetmen Berke Baş’ın da dediği gibi bu insanların yanında dayanışmayı büyütmek de var, en azından bu filmin varlığından haberdar etmek de. Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları’nın umutla ve çaresizlikle bekleyişinin 1000. Haftasında ben de naçizane bu filmden sizi haberdar etme görevimi yerine getirmiş olayım. Bulduğunuz yerde mutlaka izleyin ve hiçbir yapamıyorsanız bu insanların yıllardır yaşadığı haksızlık ve acıları, en yakınlarınızdan başlayarak bilmeyen herkese duyurun lütfen.
Uzun Metraj Filmler: “Maydegol”, “Without Air” (Nefes Alamıyorum) ve “O Corno” (The Rye Horn – Çavdar Boynuzu)
Festivalde ilk olarak Sarvnaz Alambeigi imzalı “Maydegol” isimli filmi izledim. Berlin’de Generation 14plus Uluslararası Jürisi Özel Mansiyon ödülü almış olan bu yapım, Ailesi İran’a göçen yeniyetme bir Afgan kızın profesyonel bir Muay Thai sporcusu olma hayaline odaklanıyor. Bu hayaline giden yolda önce muhafazakâr ailesine ve babasının uyguladığı fiziksel şiddete direnir, sonra da çevresindeki göçmen karşıtlığına karşı mücadele eder. Tayland Boksu derslerine yazılmak için gereken parayı biriktirmek için de bir yandan gece gündüz demeden çalışır. Bu spor aracılığıyla başarılı olup hayatın önüne koyduğu engelleri aşmayı amaçlar. Z kuşağının onlara sunulan karanlık gelecekten kurtulma ve haklarını savunma direncini anlatan film, özellikle kadınların hayatları pahasına özgürlüğe kavuşma çabasını vurguluyor ancak meramını anlatmakta hem dramatik hem de teknik olarak epey amatör kalıyor. Genç neslin kendi gücünün farkında olmasını ve özgüven kazanmasını sağlamayı amaçlayan ayna işlevi görmesi kıymetli, yarı kurmaca yarı belgesel tarzda ele aldığı anlatısını keşke daha sağlam işleyebilseydi.
2023 Varşova Uluslararası Film Festivali’nden En İyi İlk Film ve FIPRESCI ödüllleriyle dönen Katalin Moldovai imzalı “Without Air” (Nefes Alamıyorum), Edebiyat öğretmeni Ana’nın, Rimbaud’nun eserlerini daha iyi anlamaları için on yedi yaşındaki öğrencilerine Agnieszka Holland’ın “Tutkunun Şairleri” filmini önermesi sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Bir velinin reşit olmayan çocuğuna bu filmi tavsiye eden öğretmeni okul idaresine şikâyet etmesiyle görevini kötüye kullanmakla suçlanana Ana, temsil ettiği değerler için mücadele etmek ve sessiz kalmak arasında tercih yapmak zorunda kalır. Kendini haklı çıkarmak için bir mücadeleye girişir ama okul müdürü Eva başlangıçtaki desteğini çekince kişisel ilişkileri de durumdan zarar görmeye başlar. Bir ilk film için gayet iyi yazılıp, çekilmiş diyebiliriz. Eğitim sistemindeki çarpıklığa eleştirisini getiren filmin başrolündeki Ágnes Krasznahorkai rolünün hakkını veriyor.
Jaione Camborda‘nın yönettiği “O Corno” (The Rye Horn – Çavdar Boynuzu) izlediğim uzun metraj yapımlar içerisinde en yetkin bulduğum, en beğendiğim film oldu. 1971 Franco İspanyası’ndayız. Galiçya kırsalında yaşayan María (Janet Novás) doğum yapan kadınlara yardım eden bekar ve çocuk sahibi olmayı istememiş bir kadındır. Geçmişte doğurmak istemeyen kadınlara kürtaj konusunda yardımcı olduğu da bilinir. Sevgilisinden hamile kalan genç bir kızın kürtaj yapma ısrarı sonrası ona yardımcı olur ancak genç kız hayatını kaybeder. Maria için bundan sonrası her şeyi geride bırakıp ülkeden kaçmak ve yetkililerden saklanmakla geçecektir. Kaçakçı güzergâhından Portekiz’e yaptığı tehlikeli yolculuk sırasında hem hamile olduğunu hem de kadın dayanışmasının ne olduğunu öğrenen María yalnız olmadığını, başkalarının yardımıyla sonunda özgürlüğüne kavuşabileceğini de deneyimleyecektir. Film, San Sebastian Uluslararası Film Festivali (2023) Golden Seashell En İyi Film ve Mestre Mateo Ödülleri (2024) En İyi Yönetmen (Jaione Camborda) ödülünün de sahibi.
Kısa Metraj Filmler: “Yolda”, “Maaşallah!”, “In His Fortress”, “Zarafet ve Şiddet Arasında”, “Ruj”
Genelde festivallerde izlemeyi ikinci plana attığımız kategoridir kısa filmler. Hem sektör açısından hem de şahsi olarak merak ettiğim bir alan; kısa film setlerinde olmayı sevdiğim kadar izlemeyi de çok seviyorum.
Filmlerin gösterimi sonrasında “Yolda” filminin yönetmeni Özge Uçar ile “Maşallah!“ filminin hem yönetmeni hem oyuncusu olan Ezgi Ay’ın katıldığı söyleşide yerimi aldım.
Ben Ankara’da çok keyifli bir 2,5 gün geçirdim, az da olsa yine filmlere sığınabildiğim sıcacık bir festivali geride bıraktım. Festivalin tüm emekçilerine yetkililerine, katılımcılarına, gönüllülerine ve bilhassa basın İlişkilerinde yer alan Deniz Ali Tatar’la, konuk ağırlamada bizden güler yüzünü ilgisini eksik etmeyen İlknur Güner’e yeniden teşekkür etmek istiyorum. Dilerim festivalin 28.sinde de birlikte oluruz.
Yukarıda ismi geçen beş kısa filmi art arda izledim, bir değerlendirmeye sunmayacağım ancak merak edenler için konularına kısaca değineceğim. Sadece “Zarafet ve Şiddet Arasında” filminin favorim olduğunu söyleyebilirim. Geçtiğimiz Nisan ayında İstanbul Film Festivali’nden Mansiyon ödülü de alan film, hem konusu hem de teknik stili bakımından dikkat çekici, şık ve farklılık ortaya koyan bir çalışma sunuyor.
Genç sinemacıların her daim üretmesi dileğiyle…
Yolda / Özge Uçar
Aysun, yirmili yaşlarının sonlarında bir yönetmendir. Çekimlerine hazırlandığı filmin oyuncu seçimleri sırasında yurtdışındaki ablası Arzu’dan kargo gelir. Arzu, bir mektup ve Aysun’un on iki yaşındayken çektiği kamera kayıtlarının bulunduğu bir kaset göndermiştir. Kamera kaydında, ailesinin araba yolculuğu bulunmaktadır. Aysun’un çocukluğunda yaşadığı bu olay aynı zamanda yeni çekeceği filmin konusudur.
Maşallah! / Ezgi Ay
Her kadının ve LGBTQI+ bireyin evden çıkmadan hemen önce aynaya bakarak hücresel düzeyde yaşadığı ve hissettiği çok küçük ve normalleştirilmiş bir ana bakıyor: “Bugün eve canlı dönebilecek miyim?”. Modern hayatta kalma günü, eve sağ salim varmaktır.
In His Fortress / Yasemin Demirci
Genç bir kadın beklenmedik bir şekilde babasını kaybeder. Her ne kadar kendini her şeyden soyutlamak istese de babasının evinin toparlanması gerekiyor. Babasına ait eşyalar ve anılar arasında sıkışıp kaldıkça evle ilişkisi de inişli çıkışlı olmaya başlar. Yas süreci evin ruhundan etkilenerek şekillenmeye başlar.
Zarafet ve Şiddet Arasında / Şirin Bahar Demirel
Zarafet ve Şiddet Arasında elleri, anıları hem saklayan hem de aktarabilen bellek mekânları olarak gören bir deneysel belgesel. Performatif aile albümlerine giremeyen anıların izini, eller ve yarattıkları üzerinden sürmeyi, onları bir hafıza haritası gibi okumayı hayal ediyor. Bir ressamın fırça izlerinde, aynı elin şiddetini de görebilir miyiz? Kanaviçe bir çeşit alfabe midir? Film, hayal gücü ve yaratım aracılığıyla sanatçının kişisel geçmişiyle bağlantı kurarken, ev içi şiddet ve kalıtımsal travma gibi daha büyük insan hikâyelerine de açılıyor.
Ruj / Burcu Görgün
10 yaşındaki Sabahattin ailesinin geçimine katkı sağlamak için sokaklarda su ve çay satmaktadır. İçine doğduğu şiddet dolu dünyadan çıkış yolunu ise okuduğu çizgi romanlardaki kahramanlarda bulmaktadır. İnsanların onu fark etmediğini anladığında, görünmez olduğunu düşünmeye başlar. Artık tek isteği görünür olmaktır. Sabahattin’in görünür olmak için eline aldığı ruj, bütün hayatını değiştirecektir.