Art Asia Pasific dergisi yazar ve editörü, sanat eleştirmeni H G Masters’in 13. Sharjah Bienali kapsamında İstanbul’da gerçekleşen Bahar sergisi eleştiri yazısını Emre Akaltın çevirisiyle yayınlıyoruz.
İstanbul’da olağandışı nemli, puslu bir günışığı olan bir bahar hafta sonuydu –deprem havası- şehrin değişmeyen egzoz ve sigara kokuları çiçeklenmekte olan ağaçların polen kokularıyla karışıyordu. Dev metropol karanlık bir kıştan uyanıyordu, geçen sene temmuz ayında gerçekleşen darbe girişiminden sonra yürürlüğe giren OHAL koşulları altında nisan ortasında hileyle lekelenerek yapılan ayrıştırıcı bir referandumdan ile.
O akşam Aya Sofya yakınlarında çürümekte olan bir Osmanlı meskeni olan Abud Efendi Köşkü’nde 13. Sharjah Bienali site dışı projesi ‘’Bahar’’ (Spring) için toplananların arasında düşük bir ruh haline direngen bir hava hakimdi. Kimse mutlu görünmüyordu ama bunun üzerine konuşmak da istemiyorlardı. Muhit, hiç olmazsa, farklıydı –tanıdık olanın alışılmadık bir kombinasyonuydu. Tarihi yarımadanın turist kıtlığı çeken ve şehrin kültür etkinliklerinde nadiren kullanılan bu kısmında, 1930’larda görkemli bir eve bağlı köhne basketbol sahasında, bir müzik grubu geleneksel halk şarkıları çalarken bir sokak satıcısı pilav dağıtıyordu.
Ön avludaki fazla büyümüş mersin ağacının tomurcuklanan beyaz çiçekleri, yeniden büyümeye dair müjde veriyordu. Evde, fuayenin hemen orada, iki iş, bahar temasını çağrıştırıyordu: Ülgen Semerci ve Burcu Yağcıoğlu’na ait tumturaklı, balkondan taşan patatese benzer bir heykel ve odayı dolduran, João Modé’nin Essence / Seeds from Brazil, Land (2014/17) adlı işi, mikro toprak ormanı ve bitkileri bulunuyordu. Arka odada —basketbol kortuna giderken—Pınar Öğrenci’nin akıntıya karşı yüzen balıkların olduğu iki kanallı video çalışması, ev mobilyaları ve kumaşlardan oluşan bir aranjmana yansıtılıyor, Türkiye’nin doğudaki bir bölgesinde kefalin göçü üzerinden politik tonlamalar üstleniyordu.
‘’Bahar’’ın sergisi ve performansları, SB13’ün site dışı ikinci bölümü, Dakar Senegal’de Kader Attia’nın ocak ayındaki teması su olan iki günlük sempozyumundan ve Christine Tohmé’nin küratörlüğünü üstlenerek sunduğu SB13’ün Sharjah’daki Mart ortası etkinliği Act I’dan sonra yapıldı. Tohmé ve diğer muhataplar ile diyalog içinde Öz’ün ‘’Bahar’’ı, mahsul motifi etrafında ve bu motifin metaforik potansiyeli olan enerji depolama, yeraltında hayatta kalma ve büyümek için doğru zamanı bekleme gibi anlamlarla şekillenen yeni yetkilendirilmiş sanat eserlerini kapsıyordu. ‘’Bahar’’, kar amacı gütmeyen eğitim grubu SPOT tarafından desteklenmiş ‘Öz’ün küratörlüğünü yaptığı ‘’Produce’’ adını taşıyan komisyonlarının ve sergilerin peşinden geliyor ve Tohmé’nin SB13 platformunu türlü politik ve kültürel baskılar altında ezilmekte olan yerel ve bölgesel kültürel ağları desteklemek için gösterdiği kararlılığı genişletiyor.
‘’Bahar’’ın sanat işleri, ağırlıklı olarak dört katlı köşkün odalarında sergilenirken, performanslar için hazırlanmış bir program sonraki akşamlarda gerçekleşecekti (etkinlik bağlantılı konuşmalar ve film gösterimleri mart sonu ve nisan başında Salt Galata’da gerçekleşmişti). Görülen işlerden biri, Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’nin Latent Images projesi (1997-2006) —38 ruloluk filme çekilmiş fotoğrafların tasvirlerini içeren iş, tab edilmemiş haliyle, hayali karakter Abdullah Farah tarafından Lübnan’daki çatışma dolu yılları gösteriyor— sanatsal işlerin çetrefilli zamanlarda uyuşukluk içinde yatıyor olmasını en iyi şekilde örneklendirmiş. Onur Gökmen’in adını Ecclesiastes 1:7’den alan videosu All the Rivers Run Into the Sea, Yet the Sea is Never Full (2017)’da üç adam çimentoya benzer bulamacı metal bir sürahi ile birbirlerine veriyorlar, bu, katı sıvı arası geçişken bir halde bulunan bir madde ve bu iş bir materyalin ardı arkası kesilmeyen aktarımını gösteren metaforik görünen bir eylem. Bir kişinin konuşma terapistiyle heceleri çalıştığını gördüğümüz Olivia Plender’in ses yerleştirmesi Learning to Speak Sense (2016)’de tekrar yaşama dönmek, tekrar öğrenmek ve iyileşme gibi temalara rastlıyoruz. Konuşmada kullanılan satırlar, kadınların oy hakkını savunan bir kadın olan Sylvia Pankhurst’un açlık grevinde olmak ile ilgili söylediği sözleri olmuş: ‘’birinin ağzı ve boğazı korkunç derecede kavrulmuş, birinin dili kuru, sıcak, pürüzlü ve kalınca kaplanmış.’’ Gençleşmenin, sözleşmenin politik terimlerini tekrar düşünmek için de bir fırsat olabileceğini öneriyor Plender’ın işi.
‘’Bahar’’daki işlerin çoğu tereddütlü ve ilk taslaklarmış gibi görünürken, sanat kuruluşlarının zayıflıktan kurumakta olduğu özellikle İstanbul gibi bir yerde, yeni işlerin görünürlülüğünün değerini biliyorum. Potansiyeli var bu işlerin, yine de çoğu zaman gerçekleştirilmiş gibi görünmüyorlar. Örneğin, Deniz Tortum’un video çalışması Computer at Night (2017), göğe yükselme ile ilgili şifreli bir monolog ve otonom bilgisayar ağları ile çalışan nokta bulutu taramasıyla Aya Sofya’nın iç görünümü ve tarihi yarımadadaki binaların 3D renderları ile eşlenmiş görseller içeriyor. Aynı spekülatif-fütüristik eğilimde olan bir diğer iş, Ali Taptık’ın ArchieveSET 14.0 adlı, veri depolamanın ve kişisel bilgilerin yönetimini düşleyen animasyon videosu. Seyircilere bir karekod ve monitör ile Taptık’ın yazmış olduğu, Üçüncü Dünya Savaşı sonrası dönemin uç noktadaki iklim değişikliği ve şehir devletlerinin yükselişi ile ilgili, birbiriyle ilişkili üç kısa öykünün PDF erişimini sağlıyor. (Bunları sonra okudum, sergide dururken değil.) Merve Ertufan, yerleştirmesi Can An Answer Be Surprising?∘(2017)’de eğik bir zeminin iki yarısında gerçekleşen hayali bir diyalogun (birinin kendisiyle ya da bir başkasıyla) metninden satırlar yansıtmış. Bu iş humour ve entrika içeriyor, lakin henüz tamamlanmış değil.
Serginin kendine başına durmaya hazır görünen tek işi Aslı Demirtaş’ın işi
Sena Başöz’ün istiflenmiş karton kutular ve pembe plastik topları ile yaptığı oda yerleştirmesi Light of Single Certain Truth hakkında bilgisizdim, söylendiğine göre ‘’dünyanın şu anki halinde özgürleştirilmiş arzu ihtimalleri’’ ile ilgiliydi. Bengi Güldoğan’ın Kalhana’sı ise kelimesi kelimesine uygundu: üzerinde tohumlar, yıkılmış bir yerleşim yeri maketi ve salkımağacı ile zirai bir makinaya benzeyen biomekanik bir form olan bir masaüstü yerleştirmesi. Serginin temalarını iyi kapmış ve başka bir bağlam içinde kendi başına durmak için hazır görünen tek iş, Aslı Demirtaş’ın It Is Always Spring (2017) adlı işiydi. Dan Flavinesk duvar, pembe tonlardaki ‘’yetişmiş-ışık’’larla donatılmıştı (grolux floresan ışık tüpleri güneşin dalga uzunluğunu taklit ediyordu) ve Tolga Tüzün’ün bestelediği melodik pop ezgisi Agrosomnic Dreams, geleceğin çiftçisi ‘’ultra-teknolojik’’ serasında bitki yetiştirirken ona eşlik eden hayali bir soundtrack görevi görüyordu.
Laboratuvarda duygu üretebilir misin?
‘’Bahar’’ın programlanmasının çeşitli bölümleri mevcut kolektiflerin ve küçük çaplı inisiyatiflerin aktivitelerini yarattıkları hasara rağmen bünyesinde barındırdı. Eski köşkün hamamında İstanbul kolektifi DAS Art Project adındaki yedi kişilik sanatçı grubu ‘’Genetiğiyle Oynanmış,’’ adındaki işlerinde enerjilerini içerikten ziyade paketlemeye yatırmışlar —bunun örneği kolektifin heykeli olan Generic (2017), üzerine içermediği katkı maddelerini listeleyen şeffaf bir etiket yapıştırılmış boş bir pet şişe olması. (Etinil Östradiol İçermez, Yüksek Fruktoz Mısır Şurubu İçermez, gibi.)
‘’Laboratuvarda duygu üretebilir misin?’’, ‘’Dönüşümler organik mi yoksa sadece önceden belirlenmiş kurallar mı değişiyor?’’, ‘’Hitler GDO’ya karşı olur muydu?’’
Bunlar DAS’ın sergi broşüründe sıralanan ironik-gösterişçi sorular lakin ben, bunların, Beril Ece Gürel’in eski aile fotoğraflarını, gece binanın bir tarafına yansıttığı videosu Home-Grown (2017) ya da Tarık Törek’in at sırtına yaptığı elektrikli pembe iskeletin bulunduğu resmi Death IV (2015) ile birlikte, gençlik dolu tekbenciliklerinin ötesinde bir şeye işaret edip edemeyeceklerinden emin değilim.
Beş genç sanatçıdan, bu paçavralar dışında, daha azimli ve yaratıcı bir şeyler bekleyemez miyiz?
Yeni olan sanatçıların daha az sanatsal çıktı için kredi talep etmesi eğilimi, beş sanatçının oluşturduğu Signs of Time kolektifinin işi olan K’aad, Kaat, Kayıt, Kağıt (2017)’ta da görülüyor. Ev yapımı kağıtlarla süslenmiş ipten bir ağ, köşkün merdiven boşluğundan aşağı sarkıyor. Bu iş için, ‘’iki ay için düzenli olarak bir araya gelen sanatçı gruplarının sohbetleri bir yüzeye dönüşüyor,’’ diye yazılmış. Bu önemsiz kağıt parçaları-evet, bazısına tohumlar ve kuru yapraklar yerleştirilmiş, ama ne olacak?- bir başka zanaat projesinden ne kadar daha anlamlı olabileceğini anlamak zor. Bu bağlamda, beş genç insanın bir araya gelip konuşuyor olmasının (ne hakkında, fikrimiz yok) ilgi çekici bir eylem olmasını kabul edersek, belki… Ama öyle değil. Beş genç sanatçıdan, bu paçavralar dışında, daha azimli ve yaratıcı bir şeyler bekleyemez miyiz? Bu kağıt işini Türkiye’deki şu anki durumu doğrudan göstermek için yaptıklarını, Signs of Time’ın metaforik olarak ‘’uykuda’’ olarak görülebileceğini anlıyorum, ama bu tavır bile, sanatın bizim ötemizdeki insanlarla iletişim kurmanın ilginç ve anlam dolu yollarını gösterme potansiyelinin çok yetersiz olarak anlaşıldığını ortaya çıkarıyor.
İlgi çekici olan gerçek bir sanat işi, turşuları bir materyal olarak kullanmakla olur, kendinde biten bir şey olarak değil.
Ayça İnce ve Begüm Atakan’ın kendi projeleri Pickled It! (2017) için turşu kurma atölye çalışmaları, şehirli yetiştiricilik ve sağlıklı yiyecek inisiyatifi olarak çalışmaları benzer şekilde yavandı. Ek Biç Ye İç kuruluşunun hedeflerini tamamen sempatik buluyorum. Projenin metaforu, broşürde anlatıldığı gibi: ‘’Turşu kurmak ve fermentasyon, sebzeleri koruma ve onların besin değerini artırma için kullanılan antik tekniklerdir. Hareketsiz duran üretim, turşu kurulan kavanozda mikroskopik hayatın canlanmasıyla dönüşüme uğrar” fazlasıyla açık, ama sergide basit ev turşuları olan kavanozlar ile sebzeleri kestikleri küçük kesme tahtaları gibi sönük ve bayağı görünen işleri olan Ek Biç Ye İç mikro inisiyatifini bir sergi bağlamına sığdırmak ziyan. İlgi çekici olan gerçek bir sanat işi, turşuları bir materyal olarak kullanmakla olur, kendinde biten bir şey olarak değil.
Kolektif projeler dar görüşlülükle eş anlamlı olmak zorunda değildir. 14 Mayıs pazar öğleden sonra, A Corner of the World adlı dans kolektifi, ‘’Walk Around the Corner Bomonti’’ adıyla onarımı tamamlanmış Bomontiada’da dokuz kısa performanstan oluşan bir etkinlik düzenledi. Grup daha önce Kadıköy mahallelerindeki bağımsız alanları benzer projeler için değerlendirdi. İstanbul’un Asya yakasında bulunan Kadıköy, son yıllarda şehrin yaratıcı enerjisinin yeniden yerleştiği bir bölge haline geldi. Gizem Aksu’nun Hippies for Sale, Bollywood-plaja-gidiyor dansı ile program açık havada başladı. Aksu’nun çalışması, Seçil Demircan’ın Dis/connection adlı Alt’taki yeşil boyalı odada tuba çalan bir adam ve sanatçının akıllı telefon ve saksı bitkisi kullanan kendisinin olduğu çalışmasıyla vurgu kazandı.
‘’Bahar’’ın gerçek vurgusu —Onur Karaoğlu’nun tutkulu ve deneyimsel performansı Minority Stress – Things I Think But Cannot Say ile— o akşam daha geç saatlerde Abud Efendi Köşkü’ne dönmüştü. Kapıda hepimize renkli imleyiciler ve üzerinde performans için kuralların yazılı olduğu, üzerine ‘’Boşluk Protokolü’’ yazısı etiketlenmiş kağıtlar verildi. Yerlerin tamamen beyaz kağıtla kaplı olduğu, tek bir ışık kaynağı ile aydınlatılmış ve ambient müzik çalan spor salonuna girdik. Yönergeler bize, markerı kağıdın üzerine koymamızı ve 25 dakika için kaldırmamamızı söylüyordu, ayrıca, başka insanların çizgilerinin üzerinden geçmememiz ikaz ediliyordu. Birkaç düzine insan bunu bir arada yapıyordu, odanın etrafında zeminde birbirinin içine geçen çizgiler oluşturuyor ve gökkuşağı renkli şekiller ortaya çıkarıyorlardı. Nihayetinde kendinizi gidecek hiçbir yer kalmamış ve başkasının çizgisine de geçemeyecek durumda sıkışmış olarak, yerde oturmuş diğerlerinin maceralarını izlerken buluyorsunuz. ‘’Labirent’’i oluşturduktan sonra, yönetici, Karaoğlu bize burada anlatılanları tekrar anlatan üç arkadaşını tanıttı. Aren, Berk ve Can bize ’things they think but cannot say’’in ne olduğunu tek tek anlattılar —monologlar muhtemelen oyuncuların kendileri tarafından geliştirilmiş— bu monologlar çiğdi ve tanıyor göründükleri insanları anlatırken düşünceleri bir şekilde sertti (toplum içinde osuran bir adam, otobüste çarşaf giyen bir kadın tarafından elle taciz edilen bir başkası ve bir sokak köpeği sahiplenen diğeri). O sırada, aktörler kimi zaman koşuyor, tepiniyor, takla atıyor, acıdan kıvranıyor ya da etrafta sıçrıyor —sanki ilkel duyguları dışavururmuş gibiler—ta ki Onur ‘’Soru!’’ diye bağırana kadar…
Bu noktada bir kişiye yaklaşıp gözlerini diktiler bir soruları varsa diye. Soru varsa, labirentin içindeki spastik dolaşmalarına geri dönmeden önce, histerik bir kahkaha ya da çok abartılı bir jest ile yanıt veriyorlardı. 42 rauntluk sorulardan sonra, üçüncü perdede, üç performansçı Karaoğlu’nun okuduğu sözcükler ve ifadeleri (“Don’t Hold Your Breath,” “Waves,” “Struggle,” “Power”) takip eden senkronize hareketlerle dans etmeye başladılar. Bir şekilde, odada renkli markerlar ile yaptığımız bireysel yolculuktan sonra büyülü bir zirveye ulaştık. Karaoğlu bu işi üstlenerek, kolektif ruhani bir yolculuk yaptığımız hissini uyandırdı. Dönüşümlü olarak birbirine geçen, tuhaf ve dokunaklı ve kendi formatında deneyimlediğim başka hiçbir şeye benzemeyen Minority Stress, ‘’Bahar’’ın cömert, katılımcı deneyimlerin altında yatan potansiyelin sinyalini veren, tutkuyla başardığı bir işti. Özellikle de bir sonraki uzun kıştan sonra, Türkiye’de de başka yerler gibi, gelecek yenilerin beklentisi varken…
Yazının orjinali için: http://www.artasiapacific.com/Blog/SharjahBiennial13Istanbul