A password will be e-mailed to you.

İstanbul Bienali tıpkı bir bipolar gibi gözün gördüğüyle bedenin yaşadıklarını, aklın kurduklarıyla elin tuttuklarını bir arada tutmaya çalışıyor.

2012 yılında psikiyatrlar tarafından bipolar olarak tanımlandım ve hayatımın geri kalanında bir tuz türevi olan lityum kullanmam gerektiği söylendi. Manik depresif bozukluk olarak da bilinen bipolarlık her ne kadar psikolojik veçheleri olsa da biyolojik bir anomali. Vücud kimyamda yolunda gitmeyen bir şeyler var ve bunlar hayatımı yoldan çıkarıyorlar. Gerçi teşhis bir kere konuldu mu artık organizmamın öncelediği sorunlar mı yaşadığım yoksa sosyal hayatımın tetiklediği bir hastalıktan mı müzdarip olduğum pek ayırdedilemiyor. Bu karmaşanın içinde düzenli olarak kullanmak zorunda olduğum lityum, salgıladığım hormonları düzenleyerek benim maninin çığlık çığlığa koşuşturmasıyla depresyonun ataletten gelen sessizliği arasındaki dalgalanışımı düzenliyor ve ruh halimin mümkün olduğu kadar toplumsal yapıyla rezonans içinde hareket etmesini sağlıyor. Kısacası dalgalar ve tuz hayatımın tam ortasından geçiyor.

Carolyn – Christov Bakargiev’in “Tuzlu Su; Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” adını verdiği 14. İstanbul Bienali daha başlığında maddeyle düşünceyi bir araya getiriyor ve ne bedenin deliliğine ne de teorinin sessiziğine savrulan, iki kutup arasında dalgalanan, bir çoşup bir sakinleşen bir düşünce formu oluşturmaya çalışıyor. 36 mekana dağılmış bienalde tüm işleri görmenin zor oluşu da sergiyi tek bir kavram etrafında düşünmeyi engellerken kavramların yerini alan tuzlu su ele geçmeyen bir çekim merkezi oluşturarak farklı deneyimleri ve teorik hatları dalga dalga etrafında topluyor. Tuzlu suyla düşman kardeşler, doğa bilimleriyle beşeri bilimler, sanatın tarafsız alanında iç içe geçiyor. Bu karşılaşmaların kazaya dönmemesi için sergi kendisini bir gösterip bir geri çekiyor. Gel gitler arasında mekandan mekana geçerken, aklımızın bir köşesinde az önce karşılaştığımız işe dair fikirler, bedenimiz şehrin hercümercine karışmış halde, bu dalgalanmaların bir araya geldiği düğümlerden bir tanesini oluşturuyoruz.

Güncel sanat kavramsal sanattan aldığı mirasla nice zamandır teorik olan tarafından büyülenmiş vaziyette. En başından beri bedensel deneyime yer vermeye çalışsa da çoğu zaman sosyal teorinin kavramları etrafında dolaşıyor, onları kendine kerteriz alıyor, onlarla açıklanıyor. Dışarıdaki şiddetin gün be gün arttığı, dökülen kanın haddinin olmadığı ve adım adım karanlığa yaklaştığımız 21.yy’da ise kavramlar çoğu zaman naçar kalıyorlar. Çareyi bedenin dizginlenemez hareketinde aramak da bizi delilikten başka bir sona götüreceğe benzemiyor. Tuzlu su bu dalgalanmayı bir düzene sokmaya çalışıyor. Ne vahşiliğini evcilleştiriyor ne de formunu silikleştiriyor. Onu sadece ayın ve güneşin döngüsüyle ahenkli hale getirmeye gayret ediyor…

Bu zeminde ele alındığında bienalin yoğunlaşıp dalgaların çoştuğu, görünürün alanına hücum ettiği İstanbul Modern’i mesken edinmiş sergi klasik bir yapıda olduğunu gizlemiyor. Diğer mekanlarda işler birbirleriyle mesafe içinde yerleştirilmişken Modern’de dalgalar sıklaşıyor ve düğümler içe içe geçiyor. Bu her şekilde retinaya hitap eden bir sergi. Düğüm ve dalga değişik bilgi alanlarından süzülüp görsel formlarını buluyorlar. Psikanalist Jacques Lacan’ın cizdiği düğümlerden Fahrelnissa Zeid’in resmettiği yeğeninin saçlarındaki düğümlere kadar. Formel dalgaların yanı sıra işlerin ait oldukları bilgi alanları arasında dalgalanmalar oluşturulmuş. Beşeri bilmlerin mihenk taşlarından Charles Darwin’in bir kitabı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun bir resmiyle bir ararda sunurken Orhan Pamuk’un defterine çizdiği suluboya resimlerse burada ne işim var dermişçesine başka bir köşede kendine yer buluyor. İnsan dalgalarının resmedildiği Giuseppe Pllizza da Volpedo’nun Dördüncü Kuvvet adlı tablosunun Taner Ceylan tarafından yapılmış reprodüksyonunu ise Artık İşler Kolektifi’nin Tekel İşçileriinin direnişine dair videosu karşılıyor. Dördüncü Kuvvet’te tasvirin olanakları sonuna kadar kullanılmışken Artık İşler’in Tahayyül III adlı videosunda temsili olan geri çekilip yerini hakikate bırakmasına gayret edilmiş. Her ne kadar Artık İşler’in çalışması görüntünün ötesine geçmeye çalışsa da genelde edebiyat, sanat, bilim gibi farklı alanlar arasında kurulmaya çalışılmış bağların görsel olması ya da başka bir deyişle bu ilişkiler ağını yere bağlayacak tuzun yokluğu sergiyi uçucu kılıyor. Sergi soyut bir düzlemde yüzüyor.

Pierre Huyhge’un Derin Zemin adlı Sivri Ada açıklarında denizin dibine gömdüğü işi İstanbul Modern’deki serginin hafifliğine tam bir tezat. Kuramların, söylemlerin silindiği boğaz sularının derinliklerinde, yüzeyin altında doğal hayatın ritmine bırakılmış ağır bir beton iskele, ağına takılanlara kaba bir form vermekle yetiniyor. Görülecek hiçbir şeyin olmadığı bu iş tüm ağırlığıyla denizin dibindeki hayatla bütünleşiyor. Robert Smithson’un arazi sanatı işlerinde uyguladığına benzer bir taktikle Huyghe işinin evrimini zamana bırakıyor ve onu gözlerden saklayarak herhangi bir üst okumadan sakınıyor.

Bienal tıpkı bir bipolar gibi gözün gördüğüyle bedenin yaşadıklarını, aklın kurduklarıyla elin tuttuklarını bir arada tutmaya çalışıyor. İstanbul Modern ve Sivri Ada arasındaki büyük dalga, aralığında pek çok diğer dalgayı ve düğümü mevcut. Ancak sergi kuramsal düzeyde çok iyi işlese de uygulamada da bazı aksaklıklar, beklentileri karşılamakta yetersiz olduğu anlar da var ama bunu da iyi niyetle bir nevi dalgalanma olarak okuyabilmek mümkün gözüküyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 21:20:05