13. İstanbul Bienali’nin İlk Etkinliği “Şehri Kamusallaştırmak” konferansı, Lale Müldür’ün de katılımıyla gerçekleşti.
Bienallerin adlarının, düzenlendikleri kentlerle birlikte anılması, daha doğrusu bienallerin bu şekilde adlandırılması, salt estetik bir seçimden ibaret değil. Bu seçim, bienal ile düzenlendiği kent arasında gerçekleşmesi arzulanan etkileşimin bir tür manifestosu. Yer aldığı kent için bienal, tek bir alana kapatılamayacak kadar yaşamsal bir etkinlik. Bu önemi dolayısıyladır ki bienalin kentin çeşitli bölgelerine yayılmasının, kentin içine nüfus etmesinin, kente dokunmasının ve onu dönüştürmesinin önü açılmalı.
Özellikle de söz konusu kent, “kentsel” denilen başka bir dönüşümün anaforunda savrulan bir kentse ve bienalin odak noktasına kamusal alan düşüncesi yerleştirilmişse, o bienalin kentle olan etkileşimine yönelik beklentiler katlanarak artıyor.
Bu çerçevede değerlendirildiğinde, küratörlüğünü Fulya Erdemci’nin, direktörlüğünü ise Bige Örer’in üstlendiği “Anne, ben barbar mıyım?” başlıklı 13. İstanbul Bienali, ona yönelik heyecan ve hevesimizi boşa çıkarmayacak gibi görünüyor. 8 Ocak’ta düzenlenen ve bienalin başlığıyla birlikte kavramsal çerçevesinin de açıklandığı toplantıda verilen, bienalin sergi mekanları olarak kentsel dönüşüm sonucunda geçici olarak boş bırakılan kamusal yapıların ve alanların da kullanılacağı bilgisi, bienal-kent-kamusal alan etkileşiminin tüm yollarının aranacağı sinyallerini veriyor.
“Elmas sertliğinde sorular” sordurup sorduramayacağını; “herkesin içini dökebileceği” alanlar yaratıp, “ortak psikoterapi"nin olanaklarını kullanıp kullanamayacağını hep birlikte göreceğimiz 13. İstanbul Bienali, 8 Şubat Cuma günü itibarıyla başladı.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Maçka Kampüsü’ndeki C101 kodlu konferans salonu, bienalin önemli bir ayağını oluşturacak olan ve Dr. Andrea Phillips’in eş küratörlüğünü üstlendiği “Kamusal Simya” başlıklı kamusal programın ilk gününde oldukça yoğun bir katılıma ev sahipliği yaptı.
Önümüzdeki aylarda devam edecek beş ayrı başlıktan oluşan kamusal programın “Şehri kamusallaştırmak” başlıklı ilk oturumu, 8-10 Şubat tarihleri arasında gerçekleştiriliyor. Sekiz aylık bir sürece yayılan farklı içerikli etkinliklerin varlığı, bu yılki bienalin yalnızca sergiye odaklı bir etkinlik olmadığını; kamusal kavramıyla ilişkili olmak üzere oluşturulmuş farklı etkinlikler üzerinden bienalin kavramsal içeriğinin olabildiğince derinleştirilmesinin amaçlandığını gösteriyor.
Ancak kavramsal içeriğin derinleştirilmesine ve bir tartışma ortamının yaratılmasına yönelik bu çabalar, etkinliklere katılan izleyicilerin varlığını da göz önünde bulundurmalı ve onların etkin katılımına olanak sağlayacak program esnekliğine sahip olmalı. 8 Şubat Cuma günü gerçekleştirilen ve hem bienalin hem de kamusal programın ilk etkinliği olan “Şehri kamusallaştırmak” başlıklı etkinlikte zaman darlığı nedeniyle izleyiciden yalnızca üç soru alınması ve yeterli tartışma ortamının yaratılamaması söz konusu esnekliğin yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Lale Müldür, Teddy Cruz ve Cevdet Erek’in konuk olduğu etkinliğin ayrıntılarına geçmeden önce kamusal programın ana başlığı olan “Kamusal Simya” ifadesine odaklanmakta yarar var. Gerek bienal küratörü Fulya Erdemci’nin, gerekse bienal eş-direktörü Andrea Phillips’in birlikte yaptıkları açılış konuşmasında üzerinde özenle durdukları gibi, başlıkta yer alan kavramın “kimya” değil de “simya” olması oldukça önemli. Mesele, “kamusal” gibi, hem tanımına hem de içeriğine ilişkin tartışmaların hararetle sürdürüldüğü çetrefil bir kavram olduğunda, kavrama ilişkin potansiyel ve alternatif içeriklerin yaratılmasında bildik formüllerin yerini simya girişimleri alıyor.
Bu çerçevede “baskın ve kemikleşmiş söylemler”[1] olarak okunabilecek bildik formüller bir kenara itilerek, “toplumdaki en zayıf ve dışlanmışların da sesinin duyurulacağı bir alan”[2] yaratabileceğine inanılan bir tür simya amaçlanıyor. Simyanın temel hedeflerinden biri olan, gerek biçim gerekse içerik açısından dönüşüm, kamunun temel malzemesi olarak kabul edilen tekil bireylerin, toplumsallaşmasının ardındaki mekanizma olarak konumlandırılıyor. Böylece, bir yandan “kamusal” kavramı yeniden tartışmaya açılırken, diğer yandan sanatın, yeni olasılıklar, seçenekler ve konumlar yaratmadaki dönüştürücü rolünün sınırları araştırılıyor.
Sanatın bu dönüştürücü rolü bağlamında, Fulya Erdemci’nin şiirden yola çıkması ve Lale Müldür’e varması da üzerinde durulması gereken diğer bir nokta. Erdemci, şiiri, “dilin ve sözün anlam ile formunun en uç noktası”[3] olarak değerlendiriyor ve şiirin gücünün, kişisel olanı toplumsal olanla birleştirmesinde yattığını belirtiyor. Sonuç olarak şiir, Erdemci’yi, Lale Müldür’e ve onun “naif ve çocuksu”[4] sorusuna götürüyor.
Lale Müldür sahneye çıkıp, kendisine ayrılan koltuğa oturduğunda, sekiz ayı kapsayacak tüm bienal etkinliklerinin belki de en büyülü anları yaşanıyor. Müldür’ün kendi sesinden, Dördüncü Boyutta İstanbul ve Konstantinopolis’e Uyanmakadlı iki düşsel metnini dinliyoruz. İlki düzyazı, ikincisi 3,5 sayfalık uzunca bir şiir olan metinlerin ikisinde de artık olmayan, yitip gitmiş bir İstanbul’un hayallerde kalmış izlerinden söz ediliyor. Dördüncü Boyutta İstanbul’un sona ermesiyle biraz soluklanmak istiyor Müldür, gülerek. Metinlerini okurken attığı kahkahalar yaşadığımız deneyime bambaşka bir boyut katıyor. Bir yandan bizi çoktan kaybolmuş bir geçmişe uyandırırken; diğer yandan öyküsünü anlattığı tarih, orada yeniden gerçekleşiyormuşçasına çocuksu bir mutluluk duyuyor:
“Eskilerden biri diyor ki ‘Ağlama!’ / ‘Yarın senin doğum günün. Yarın sana yeni bir isim verilecek’”[5]
Lale Müldür’ün ardından, mimar Teddy Cruz’un “Kolektif Hayal gücümüz Nerede? Mimari ve Kamunun Krizi” başlıklı konuşmasına ve hazırlamış olduğu harikulade sunuma yöneliyoruz. Cruz, gerek mimarinin gerekse de kamusal planlamanın, ABD-Meksika sınırında yaşanan siyasal ve toplumsal sorunların çözümünde nasıl kullanılabileceğini, geliştirdiği projeler üzerinden bizlerle paylaşıyor. Toplumsal ve ekonomik krizlerin, hem ekonomik hem de kültürel ayrılıklara neden olduğunu belirten Cruz, krize neden olan etmenlerin sanatçılar ve mimarlar tarafından birer malzeme olarak kullanılabileceğini öne sürüyor. Mimar, evler inşa etmenin bir topluluk oluşturmak için yeterli olmadığını savunarak, mimarın bir küratör gibi davranması gerektiğini düşünüyor. Teddy Cruz, bir küratör olarak mimarın, arazi ve bütçe gibi çeşitli sınırlandırmalar kapsamında, orada yaşayan insanlarla birlikte hareket ederek projeler oluşturması ve gerçekleştirmesi gerektiğini belirterek konuşmasını tamamlıyor.
Bienal kapsamında yaşama geçirilecek olan kamusal programın çok katmanlı yapısının küçük bir modeli olarak kurgulandığını düşündüğüm “Şehri kamusallaştırmak” adlı etkinliğin son konuğuysa Cevdet Erek. Şair Lale Müldür’ün kendi sesinden dinlediğimiz enfes metinleriyle başlayan akşam, mimar Teddy Cruz’un kapsamlı sunumuyla devam etmişti ve şimdi doğaçlamasını gerçekleştireceği davulların arkasında yerini alan sanatçı Cevdet Erek’ti. Doğaçlama ediminin rastlantısallığından mı; yoksa sahneye çıkana kadar yapacakları üzerinde fazlaca düşünmemiş olduğundan mı bilemiyorum, Erek hazırlıksız yakalanmış gibi görünüyor. Bizleri keskin bir ıslıkla uyardıktan sonra, söylemek istediği birçok şey olduğunu ifade eden Erek, onlardan “sıkıntımızı şöyle bir attığımız” kısa bir girişin ardından söz edeceğini söylüyor. Sahneye çıkmadan önce “rahiplik, papazlık, iyi rahiplik, kötü rahiplik, bir de şamanlık” hakkında düşündüğünü belirten Erek, “tempoya girmek” adına doğaçlamasına girişiyor. Bir yandan Erek’in sözünü ettiği kavramlar ile davuldan çıkardığı sesler arasında bir ilişki kurmaya çalışırken, diğer yandan Erek’in “tempoya girdikten” sonra neler söyleyeceğini merak ediyorum.
“Doğaçlama yaparken” diyor Erek, “on tane güzel fikirden üç tanesi kayboluyor.”
Benimse, geriye kalan yedi taneye yönelik merakım iyiden iyiye artıyor.
Akıl defterinden fotokopi yoluyla çoğalttığı bazı şeyleri bizlerle paylaşan Erek, dramatik ve etkileyici bir şey yapmak istemediğini; konuşmasa bizleri oldukça etkileyeceğini, ama konumuzun bu olmadığını ekliyor. Erek’i takip etmekte güçlük çekiyorum. Sanatçının performansında doğaçlamayla bilinç akışı arasındaki sınırlar giderek belirsizleşiyor.
Ne kadar zorlarsam zorlayım Erek’in doğaçlamasıyla kamusallık arasındaki ilişkiyi kuramıyorum. Arada, Erek, yere bırakmış olduğu telefonunu alıyor. Biraz da ona baktıktan sonra söyleyeceği her şeyi zaten söylemiş olduğunu ifade ediyor. Doğaçlama, sanatçının kalbinin ritmine göre davula vurduğu şiddetli tokmak darbeleriyle sona eriyor.
Aklımda tek bir soru kalıyor: Bu doğaçlamanın kamusallıkla ne ilgisi var?
[1] http://bienal.iksv.org/tr/arsiv/haberarsivi/p/1/622
[2] A.g.e.
[3]http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1116125&CategoryID=41
[4] A.g.e.
[5] “Constantinopolis’e Uyanmak” adlı şiirin son dizeleri.