A password will be e-mailed to you.

“Bakalım gece bize daha neler getirecek, bavuldan başka neler çıkacak”

İbrahimYıldırım; Nişantaşı Suare, Doğan Kitap, İstanbul, 2012, s.5

 

Prof. Ayşegül Yaraman, 12 Eylül’de İbrahim Yıldırım’ın üçlemesini yazdı. 1980 darbesini anlatan kitaplar, Yaraman’a göre darbeyle yok olan/edilen tüm edebi, sosyolojik, ekonomik, bireysel, geleneksel, kültürel, dilsel ve sanatsal durumu gerek öyküsüyle gerek yazımıyla belgeliyor. “Ve bu anlamıyla 1980 darbesinin hala içinde olunduğunu ve maalesef başarısını da gösteriyor”.

 

12 Eylül 1980 darbesi, sanatın metalaşmasında ve egemen sistemin onun aracılığıyla ideolojik olarak yeniden üretilmesinde önemli bir kırılma noktasıdır. Edebiyat da bu sürecin önemli göstergelerinden biri olarak örnek oluşturur.

Türkiye’nin toplumsal tarihi bağlamında romanlar önemli bir kaynaktır. 12 Eylül darbesinin “öncülü” 12 Mart 1971 darbesi, edebiyatı, Batılılaşma ve sonrasında küçük bir parantez içinde anılabilecek Köy problematiğinin ardından; 1960’lardan itibaren varoluşçuluğa kadar savrulan Kentlilerin henüz hegemonikleşmemiş kapitalizmle mücadelesine taşımıştır. Bu mücadelede “yaralanan aydınların”, genellikle kendi deneyimlerini yansıttıkları romanlar dönemin edebiyatına egemendir. İlk akla gelenlerden Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanı hariç (o da otobiyografik ögeler taşıdığı halde kurgusundaki sembolik özen, anılar manzumesini olmasını engellemiştir); çoğu cezaevinden işkenceye, sürgünden kaçaklığa tanıklığı romanlaştırmış önemli sosyo-politik belgelerdir.
1980 darbesinin ertesindeki mutlak sansür ise, ideolojik hareketlerden hayal kırıklığına uğramış yazarlarla ve/veya yükselen bireycilikle birleşince birey üzerinden daha sembolik anlatılar postmodern romanın veya yeni romanın Türkiye’de yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

Sarkastik üslup veya Yıldırım’ın diline daha uyan bir tabirle cinayeti/cinneti “sarakaya almak” ise, yazarın anlattığı dönemin kahramanları üzerindeki bedelini izleyebilmek açısından okuyucuda “tahammül” yaratıyor.

İbrahim Yıldırım’ın 12 Eylül üçlemesi de (Kuşevi’nin Efendisi (2000), Yaralı Kalmak (2001), Bıçkın ve Orta Halli (2003) (2) geçmişle hesaplaşmayı fazla derinleştirmeden darbe mağduriyet biçimlerini ve 1980’lerin “yaralı Türkiyesi”ni yansıtıyor: “Okura doğru söylemek gibi tuzsuz peynir kadar yavan -bir o kadar da alık- savın arkasına sığınacak düz biri değil” (3) yazar. Yazım biçimi ve özellikle kelime hazinesi bağlamında son dönem Türkiye edebiyatında rastlanmayan/kaybolmuş olağanüstü bir zenginliğe sahip. Yazım kalitesi kendinden menkul bir takım yazar ya da eleştirmenlerin şablon teknikler “öğrettikleri” “kurslar”dan “mezun”; kullandıkları dile vakıf olmayan ve vakıf olmadığının farkında bile olmadıkları için (o kadar ki kullandıkları sözcüğün doğruluğuyla ilgili tereddütleri dahi yok; olsa bir tuşla doğrusunu bulmak mümkün çünkü) alenen yanlış ve kulaktan dolma Türkçe kullanan son dönem çoğu yazar ve yazar diye onları bilmesi “dayatılan” okur, İbrahim Yıldırım’ı okurken çok zorlanır; zira değil düzgün bir dil kullanmak, dil işçiliği üzerinden bir söylem yaratan ve bunu “tembel” okuyucuya açıklama gereği duymayan ( sanat interaktiftir; dolayısıyla yazar okurun kültürel birikimine seslenmekte ve/veya araştırıp öğrenmesini tetiklemektedir) bir üslubu var: “Okuma-yani görmenin eyleme dönüşmüş durumu- kişiden çaba istemektedir.”(4) Yazar, entelektüel çağrışımlarında ve göndermelerinde de okuyucunun birikimine ve/veya araştırıcılığına güvenerek “anlatıyor”. Sarkastik üslup veya Yıldırım’ın diline daha uyan bir tabirle cinayeti/cinneti “sarakaya almak” ise, yazarın anlattığı dönemin kahramanları üzerindeki bedelini izleyebilmek açısından okuyucuda “tahammül” yaratıyor.

12 Eylül darbesiyle kaybolan bir mücadelenin/mücadelecilerin (“1981 yılında kaybolduk” ) (5) işkence, gözaltı, hapis, kaçaklık, şiddet, cinayet, intihar, cinnet, nöroleptikler içeren “uzun ve beyaz koridorundan” (6) susarak çıkmaya ve bireyin kendiyle hesaplaşma sürecinde psikolojinin ötesinde psikiyatrik durum ve teşhislere her üç romanda da fazlasıyla yer ayrılmış. Alkolün neredeyse bir leit motif olarak eserlerde yer almasının ötesinde intihardan (7) halüsinasyonlara, folie à deux’den saplantıya, kabuslardan düşlere, konuşma bozukluğundan psikanalitik göndermelere uzanan klinik atıflar aslında bir yandan darbenin bireydeki tezahürünü sergilerken; sembolik olarak da toplumdaki şizoid yarılmaya ve cinnete sosyolojik işaret koyuyor. Darbe sonrası toplum, örneğin suskunluk, bazen birey yaşantıları üzerinden tanımlanıyor:
“sorgulama sırasında kilitlediği dudaklarını, aynanın karşısında açıp rahatlamasına da gerek yoktu artık.” (8)

Bazen şizoid toplumsal çelişkilerin adeta sistematik kurgulanışı betimleniyor:
“Gizli bir el, toplumu koruma, ileri düzeylere taşıma adına, her şeyi değiştiriyor, dönüştürüyor, yasaklıyor, yeniden kurguluyordu… Örneğin, bira üreticilerinin televizyonda reklam yapmaları yasaklanmış, erotik dergiler poşetler içinde satılmaya başlanmış, muzır en çok kullanılan sözcüklerden olmuştu. Birkaç yıl sonra ise, cinsel aletler, uyarıcılar satan kuruluşlar yaygınlaşmış, baldız adı verilen şişme lastik kadınlar Güneydoğu sınırından ülkeye girmeye başlamıştı. (…) her gün yenisi açılan video club’lerde en çok satılanlar kuşkusuz miki adıyla kodlanan seks filmleriydi. (…) (Ama A.Y.) artık kadın ve örtünme konusu yoğun olarak tartışılıyordu; birileri tesettür toplumu önermeye, bunu kullanarak politika yapmaya başlamıştı…Çok geçmedi, (1986’da A.Y) üniversitelerde başörtü takmak yasaklandı! Gizli el çalışıyor, yıkıp yeniden kuruyor, yeni tartışma ve mücadele alanları yaratıyordu.” (9)

Bazen de sosyo-ekonomik sistemin alt-üst oluşu/edilmesi somut kentsel dönüşüm üzerinden sembolize edilerek aktarılıyor:
“1982 yılında (…) üstgeçitlerle başlayan yıkma ve kazma eylemleri (…) Yıkıcılar ve kazıcılar hızlarını alamamış olacaklar ki, Tarlabaşı semti ve Kazlıçeşme tabakhaneleri ansızın yok edilivermişti!(…) kuytuları seven bütün hayvanlar, yıkımın ardından göç ederek yer değiştirmiş, kentin çeşitli semtlerine dağılmışlardı. (…) Cardonların (10) sayısı (…) iyice artmıştı. Rumeli Caddesi’nde, Şişli’de, Levent’te -birileri- onları köpek yavrusu sanmayı sürdürmüştü. Yeraltından, kuytu yuvalarından çıkıp kente dağılan bu hayvanların, İstanbul’da bugün de fütursuzca dolaştıklarını, kedilerle beslenip yaşamlarını sürdürdüklerini sanıyorum…” (11)

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölümü’nde, hele yayınlandığı dönem için okuyucu ve eleştirmeni en çarpan özellik, modern Türkiye’nin “yüksek” edebiyatında ilk kez rastlanılan dili ve bağlı olarak yansıttığı yaşam biçimi kaynaklı üslubu olmuştu.

Ancak cinayetten hapishaneye, metruk otel odalarından akıl hastanelerine, hücrelerden lumpen birahanelere, aşktan cinnete, işkenceden türbelere, eski İstanbul’un geleneksel mahallelerinden “eylülzedelerin” sonraki hayatlarına uzanan bu üçlemede yazarın genel anlatımı hiç özetlediğim sarahate sahip değil. Bilge Karasu’nun aynı dönemi ele aldığı Gece romanı kadar dahi, sembollerinde bile, sarih değil. Zira:
“ketum bir yazardı ve edebiyat onun için şifreler oluşturmak, okurlara tuzaklar kurup sonra pusuya yatıp avının acılar içinde kıvranmasını izlemekti. (…) okur bir avdı.” (12) Dahası, “Bana sağduyulu birkaç okuyucu yeter. Yalan söylüyorum: sağduyulu okuyucular da umurumda değil!” (13) diye yazan ve kahramanları üzerinden ifadelerine bakarsak, kitabı bir biçimde eline geçirenlerin dahi okuyup bitiremeyeceğini(14) düşünen bir yazardır İbrahim Yıldırım. Nitekim artık endüstrileşmiş ve tekelleşmiş edebiyat dünyasında çok satanlar arasında yer almadı bu üçleme; edebiyat tarihine geçti sadece.
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölümü’nde, hele yayınlandığı dönem için okuyucu ve eleştirmeni en çarpan özellik, modern Türkiye’nin “yüksek” edebiyatında ilk kez rastlanılan dili ve bağlı olarak yansıttığı yaşam biçimi kaynaklı üslubu olmuştu. İbrahim Yıldırım’ın eserleri de, 12 Eylül darbesinin ekonomi politikalarına uygun olarak sınıf ve kültür kodlarından hızla silinen “orta halli”nin (özellikle İstanbul mahallerinin yapı taşı, nesillerdir İstanbullu ve dolayısıyla kentli olan) yaşam tarzı, üslup ve diline haiz olduğu için hem edebiyat tarihi hem toplumsal değişme bağlamında önem taşıyor. Bu yaşantıların simgelendiği zengin ama şimdilerde köksüz kalıp unutulmuş ve artık maalesef pek bilinmeyen dili kullanması/kaydetmesi nedeniyle 12 Eylül’ün yok ettiği bir kelime hazinesine sahip. Bu bağlamda kullandığı dil ile yazarın, kente/İstanbul’a göç ve geç kapitalizme entegrasyon ile sınıfsal alt-üst oluşun getirdiği radikal dönüşümü “kaybolan” bir dil üzerinden de fevkalade belgelediğini düşünüyorum. Dolayısıyla ben, 1980 darbesinin önce dayatılan ve şimdilerde hegemonik olan, yani gönüllülükle yeniden üretilen tüm amaçlarının nelere mal olduğunu belgelemesi açısından çok anlamlı buluyorum İ.Yıldırım’ın bu üçlemesini; yani sadece 12 Eylül tasviri olarak değil. Evet bu üçleme 1980 darbesini anlatır; ancak o darbeyle yok olan/edilen tüm edebi, sosyolojik, ekonomik, bireysel, geleneksel, kültürel, dilsel ve sanatsal durumu da gerek öyküsüyle gerek yazımıyla belgeler Ve bu anlamıyla 1980 darbesinin hala içinde olunduğunu ve maalesef başarısını da gösterir.

Ve Kuşevi’nin Efendisi, Yaralı Kalmak, Bıçkın ve Orta Halli romanları benim için sadece edebiyat eseri olarak değil, ekonomik ve kültürel piyasa olarak da hala 12 Eylül darbesini, üstelik gönüllülükle yeniden yaşadığımızı gösteriyor.

Ne acıyı, ne hüznü, ne işkenceyi, ne hapishaneyi, ne aşkı, ne tutkuyu, ne birikimi “büyük harflerle” anlatmıyor yazar. Anlattıkları ve dili ne kadar 1980 darbesinin toplumsal cinnete mal olarak öldürdükleriyse; anlatımı da o kadar klasik romanın küllerinden doğan bir yenilik taşıyor: “düşlerini yazarken, kendi içine başka bir yerden bakıyor; görülen düşlerin anlatımıyla ilerleyen zaman, üç adım sonra duruyor ve yazarımız, o çok sevdiği belli bir durma noktasından geçmişe, geleceğe, bugüne bakıyor; anıyor, anlıyor, anımsıyor… Böylece yazar, geleneksel öykülemenin üç ana ögesi olan açıklamayı, olay örgüsünü ve kronolojik düzeni yıkıyor…” (15)

Evet bu üçleme, 12 Eylül’e dair; ancak işporta tezgahlarına düşecek, yüzbinlerce basılacak, kuyruklara girilerek alınacak günümüz edebiyatının piyasaya bağlı ilişki ağlarıyla “popülerleşemeyecek” kadar 1980 darbesinin yarattığı günümüzün yayıncı ve okuyucu zihniyetine aykırı. İ.Yıldırım kitapları 12 Eylül’ün nelere mal olduğunu belgeliyor anlattıklarıyla, açıklamadıklarıyla ve diliyle. Üslup ve teknik ne kadar güncel olsa da piyasanın bu eserleri desteklemesi ve okurun eskaza satın alsa dahi onları okuması çok zor. Kısacası bu üçlemeyi okumayı önermiyorum aslında.(16) Onlara ulaşmamış ve okuyabilemiyor oluşu 12 Eylül darbesinin günümüzde de başarıyla devam ettiğinin bir göstergesi olarak değerlendiriyorum. Ve Kuşevi’nin Efendisi, Yaralı Kalmak, Bıçkın ve Orta Halli romanları benim için sadece edebiyat eseri olarak değil, ekonomik ve kültürel piyasa olarak da hala 12 Eylül darbesini, üstelik gönüllülükle yeniden yaşadığımızı gösteriyor.

İbrahim Yıldırım, bu üçlemede, okurdan çaba isteyerek onu eserlere çekmek istiyor; bu interaktivite için çaba sarfetmeyecek (beğenip beğenmemek değil kastim) olan okur, zaten çoktan 12 Eylül ruhunun vücut bulmuş halidir; ve tabii ki bunun farkında değildir diye düşünüyorum.

 

Dipnotlar:

(1) Genellikle şizofrenide görülebilen psikiyatrik semptomlar. Deja vü ve jame vü olarak okunur. Daha önce görüldü ve hiç görülmedi olarak çevrilebilecek algı ve hafıza sorunudur. Genellikle bir arada bulunur; ama tek tek de görülebilir.

(2) İ.Yıldırım; Kuşevi’nin Efendisi, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2000.
İ.Yıldırım; Yaralı Kalmak, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2001.
İ.Yıldırım; Bıçkın ve Orta Halli, Doğan Kitap, İstanbul, 2003.
Bundan böyle yazıdaki alıntılar romanların baş harfleriyle verilecektir.

(3) K.E., s.130.

(4) K.E., s.104.

(5) Y.K.,s.100.

(6) Y.K, s.100.

(7) Alkol ve intihar, Bir Düğün Gecesi’ndeki Tezel’in 12 Mart 1971 sonrasında ortak hafızaya adeta bir parola gibi yapışmış “intihar etmeyeceksek içelim bari” cümlesinin 1980’lerde de geçerli olduğunu gösteriyor adeta.

(8) B.V.O.H., s.458.

(9) B.V.O.H., s.34-35.

(10) “Bu fareler köpeğe çok benzerler. Dünyanın en yırtıcı hayvanlarıdır.” B.V.O.H.,s.37.

(11) B.V.H.O.,s.37

(12) K.E., s.19.

(13) Y.K., s.230.

(14) K.E., s.101.

(15) K.E., s.113.

(16) Kitap önermeyi, tıpkı kitap hediye etmek gibi düşünürüm zaten ve bu konuda İ.Yıldırım ile aynı düşünceyi paylaşıyorum: “ Kitap hiçbir zaman en değerli en yararlı armağan olmamıştır benim için: bir tür sanat eserini birine hediye etmek, o kişiye yapılan dayatmadır aslında. Size kitap hediye edildiğinde ah (…) kitabı almayı düşündüğünüzü söylemek zorunda kalırsınız.” Y.K. s.208.

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 11:30:57