Aralık 2015’te gerçekleştirilen Ege Sanat Günleri’nde “Ustaya Saygı, Yaşayan Anıt Sanatçı” sunumlarında, Ali Vatansever imzalı 11 dakikalık bir filmle katılımcıya anlatılmıştı Ayfer Karamani. Seramikte 60. yılına doğru ilerleyen bir sanatçının üretimini, yaşamını 11 dakikaya sığdırmak güç elbet. Ancak filmin merak uyandırdığı ve sizi sanatçının işlerinin peşinden sürükleyebildiği doğru. Ben de her ne kadar takipçisi olsam da filmi izleyince kapısını çalıp sohbet etmek istedim Ayfer Karamani’yle.
Aralık 2015’te gerçekleştirilen Ege Sanat Günleri’nde “Ustaya Saygı, Yaşayan Anıt Sanatçı” sunumlarında, Ali Vatansever imzalı 11 dakikalık bir filmle katılımcıya anlatılmıştı Ayfer Karamani. Seramikte 60. yılına doğru ilerleyen bir sanatçının üretimini, yaşamını 11 dakikaya sığdırmak güç elbet. Ancak filmin merak uyandırdığı ve sizi sanatçının işlerinin peşinden sürükleyebildiği doğru. Ben de her ne kadar takipçisi olsam da filmi izleyince kapısını çalıp sohbet etmek istedim Ayfer Karamani’yle.
Ayfer Karamani: Seramikle 60. Yıla Doğru from Ali Vatansever on Vimeo.
Kızı Arzu Karamani Pekin de bir süredir Tünel’deki atölyeyi yeniden canlandırmıştı. Hep bir gidesim, atölyeyi göresim de vardı. Hemen aradım Arzu’yu. Önce atölyeye gittim, sanatçının işleriyle sarmalanmış hararetle çalışan öğrencilerin arasında çayımı yudumlarken bu minicik atölyeden çıkmış ‘kocaman’ işlere hayret ettim. Sonra Nişantaşı’ndaki artık yarı atölye olmuş evinde Ayfer Hanım ve Arzu ile daldan dala atlayarak koyu bir sohbetin keyfine bıraktık kendimizi. Size bu sohbetin yansımalarını okumadan önce bir yeni sergi haberini de vereyim. 1 Temmuz-30 Eylül tarihleri arasında Çanakkale Seramik Müzesi, Arzu Karamani’nin küratörlüğü ve Ersu Pekin’in tasarımıyla, Ayfer Karamani’nin ağırlıklı olarak son dönem işlerini içeren kapsamlı bir sergiye ev sahipliği yapacak. Şimdi önce filmi izlemenizi sonra sohbete geçmenizi öneririm. Kimbilir daha sonra da Çanakkale’ye gider sergiyi görürsünüz belki…
Raife Polat: Film sanat yaşamınızı çok güzel özetlemiş, ama çok özet! O yüzden biz şimdi biraz açalım.
Ayfer Karamani: Biraz açalım, olur. Ben filmi unuttum bile. Biraz böyle, uçuk bir insanım.
Atölyede geçirdiğiniz zamanlardan başlayalım. Çünkü neredeyse yaşamınız orada geçmiş ve her gittiğinizde heyecanlandığınızdan söz ediyorsunuz, hele de fırını açacaksanız…
Ayfer K: İlk atölye Moda’da. Evimizin içinde. Fakat hiçbir şey yok daha. İki tane masa. Fırın da yok. Çamurlar geldi, ama tabii hiçbir anlam taşımıyor bu durumda. Derken Sabit (Karamani) fırın yapmaya başladı ve çabucak da yaptı. Fırın tamam, çamurlar da var, çalışma… O kadar güzel bir yerdi ki, iki oda iç içe; atölye yaptığımız yer. Ondan sonra salona ve yatak odasına geçiliyor. Sonra Sabit boya yapmaya başladı. Çünkü piyasada seramik boyası diye bir şey yok.
Kaçlı yıllardan bahsediyorsunuz?
Ayfer K: ’57 yılı. Demek ki Arzu doğmamış daha. Ben mezun olalı 57 yıl oldu, atölyeyi açalı da 55 yıl olmuş.
O zaman akademide seramik bölümü var mıydı?
Ayfer K: (Gülüyor.) Vardı. Ben oradan mezunum. Ama ne boya vardı ne fırın.
Ben de hayal etmeye çalışıyorum, o yok diyorsunuz bu yok diyorsunuz. Eğitim nasıl oluyordu?
Ayfer K: Bir avuç çamur vardı. Hocamız bize küçücük bir poşette bir şey salladı. “Bu seramik sırıdır,” dedi. Ama hiçbirimizin eline vermedi. Çünkü hepsi hepsi onun 3-5 tane boyası. Biz de atölyede türkü söyler, sigara içerdik. (Gülüyor.) Sonuç olarak akademi faslı bu. Sonra Nejat Eczacıbaşı geldi. Sefaletimizi gördü, “Böyle olmaz,” dedi. “Bizim size ihtiyacımız var. Sizin yetişmeniz lazım. Fabrika emrinizde,” dedi. Akademi o kadar genç adam doluyken biz hepimiz Nejat Bey’e aşık olduk. (Gülüyor.) O kadar da yakışıklı, zarif. Elindeki çantayla gözümün önünde. Neyse… Sonuçta biz, hocamız dahil, Kartal Yunus’taki fabrikaya gitmeye başladık. Uzaktı da. Ama ben haftanın üç günü gidiyordum. Demek ki hakikaten içimde bir aşk varmış. Ben de o kadarını bilmiyordum daha. Sonuç olarak orada çok şey öğrendik ustalardan. Seyrederek. Onlar da açıklıyordu. O devir öyle. Sonra evlendim. Evdeki atölye başladı. O da öyle yarım yamalak başlayıp mükemmel bir atölye oldu. Fakat ben hiçbir şeyin farkında değildim. O devirde yokluk içinde bunların oluşu dehşet bir şeymiş! Sonunda çalışmaya başlarken bize sipariş bile geldi. Beyoğlu’nda bir sütun kaplanacak. Fakat o kadar zor bir şey ki, sütun nasıl kaplanır kardeşim? Onun dönüşü? Fakat acayip, mekanik zekâya sahip bir adamla berabermişim! Ben onunla yeşil gözü için evlendim, ama o bana çok yardım etti. O bütün bu zor tarafını halletti işin ve biz sütunu kapladık. Şimdi yerinde yeller esiyor o başka.
Şimdi böyle konuşurken düşündüm de 60’lı yıllarda mimariyle çok örtüşen işler yapılmış. Duvar rölyefleri, heykelleri, panoları…
Ayfer K: Ben size bir şey söyleyeyim mi; o yıllar gerçek sanatın değer gördüğü yıllardı.
Evet. Hem hiçbir şey yok, aslında çok imkânsızlıklar var hem de sokakta bir sanat var.
Ayfer K: Nişantaşı’nda iki üç duvar olacak. Hiçbirini göremiyorum. Apartmanın giriş katının yanında bir duvar vardı. Onun üstü tamamen kapanmış. Apartmanın üstünde bir bordür vardı, şimdi eser yok. Plakalar, plakalar, plakalar kaplanmış.
Arzu K: Ayrıca 70’li yıllara da yansıyan bir şey vardı. Annemlerin sadece İstanbul’da değil, Adana’da Mersin’de Ankara’da da sipariş duvarları vardır. Atölyenin ortasında koskocaman bir masa dururdu. Annemin onun üstünde çalışırken fotoğrafı da vardır hatta. Devamlı çamur açarlardı.
Ayfer K: Akbank’ın genel müdürü Hamit Belli, selam olsun, babası ressam. Karısı Leyla Belli ressam. Ailede sanattan başka bir şey konuşulmuyor. Böyle birisi olunca sipariş de veriyor. Akbank’ın ilk siparişini Paris’te açtığım sergi sırasında, birlikte yemek yerken aldım. Ama o kadar güzel dünya insanlarıydı onlar. Hamit Bey’i kaybettik. Şimdi o duvarlara sahip çıkıyorlar mı merak ediyorum.
Arzu K: Hemen bir parantez açıyorum…
Ayfer K: Eyvah!
Arzu K: Hayır duvar duruyor, korkma. Ama caddeden baktığında hiçbir şey görünmüyor. Akbank’ın Galatasaray Şubesi. Önüne iki tane ATM koymuşlar. İçeri girince önünde bir duvar görüyorsun. Onu da geçip ilerlersen soruyorlar nereye gidiyorsun diye. Desen ki şu duvara bakacağım, şaşkınlıkla kalakalıyorlar. Yani ne içerden ne dışardan imkânı yok görünmüyor.
Ayfer K: Halbuki dışardan da görülürdü ve devamlı bakılırdı. İlk yapıldığında o giriş salonunu bomboş bırakmıştı Hamit Bey. Sonra oraya galeri adını verdi. Bir ressamdan üç resim alıyordu, orda teşhir ediliyordu. Herkes içeri girdiğinde hem resimleri hem duvarı görsün diye. Dışarıdan da o kadar rahat seyredilebiliyordu ki…
Peki, atölye günlerine dönersek…
Ayfer K: Moda ilk atölyemizdi. En son Beyoğlu. Arada tabii başka atölyeler var. Hepsinde çok sıcaklık hissettim ama ille de bu son atölye… Acaba hayatta her şeyden yavaş yavaş kopup yalnız çalışmaya verdiğim için mi kendimi orası bana bambaşka mukaddes geldi, onu bilemiyorum. Düşünmedim de üstünde hiç. Herhalde öyle. Çünkü şimdi evdeyim. Hiçbir yere gitmek istemiyor canım. Sonra düşünüyorum. Ben nereye giderdim? Ben zaten atölyeye giderdim. Başka bir yere gitmezdim.
Atölyenin bulunduğu sokaktaki komşular, dostlar, paylaşımların da etkisi var mıydı bunda?
Ayfer K: Kesinlikle haklısınız. Çünkü Nişantaşı’nda 45 senedir bu apartmandayım çok az komşum var. Halbuki atölyeye giderken bakkalı "merhaba" diyor, bitişiği "merhaba" diyor, yanımdakinde anahtarım var. Öyle bir aile gibi ki, komşuluğu orada yaşıyordum ben. Nişantaşı’nda yok böyle bir şey. Belki de beni hep atölyede olarak algıladılar yıllar yılı, bu kadının kapısı çalınmaz dediler. Çalınmıyor canım, bir tek kapıcı çalıyor.
Bu kadar büyük boyutlu işleri o küçücük atölyede yapmak nasıl oluyordu?
Ayfer K: İşte o benim cüretkârlığım. Çok yürekli bir kadın doğurmuş annem. (Gülüyor.) Nitekim ben de öyle doğurdum. Aynen bayrağı taşıyan biri var yanımızda… Valla oluyordu. Hatta şöyle bir anım var; duvarı bitirdik. Ama görmüyoruz bütününü. Çünkü yayacak yer yok. Adana’daki duvardı bu. Orada yaydık duvarı. Asma kattan aşağı bakıyorum. Bütününü görüyorum duvarın. Bağırdım; “Hamit Bey, Akbank bana bir kuruş vermese bile razıyım. Bunu yaşadım ya ben!” Hemen bir mimar geldi yanıma. “Aman Ayfer Hanım, duyarlar falan,” dedi. (Gülüyor.) Hepsi beynimde halloluyordu. Daha siparişi alırken ne yapacağımı biliyordum. Gözümün önüne geliyordu. Bu yaradılış. Çok cesur, kendine güvenen. Bir sipariş için gelirlerdi. Benim ilk lafım kaça yapacağız falan değil, ne kadar vakit var? İşte 3 ay derledi. 3 ay yetmez, yapamazsın. En az 6 ay. Metrekareye bağlı tabii, 20-30 metrekareyi 3 ayda çıkartmanın imkânı yok. Hatta böyle bir iş kaybetmiştim, o mimara selam olsun. Deliriyor çocuk, nasıl kabul etmezsiniz, bir kat parası alacaksınız diyor. Ama ben yapamadıktan sonra nasıl peki diyeyim. Tabii gerçek tüccar olsaydım, peki deyip sonra yetişmiyor, bitmiyor, oyalardım. Öyle bir şey yok ama, gayet dürüsttüm. Çok şükür yaptığımız her iş de iyi oldu.
Sabit Bey…
Ayfer K: Çamuru açıyorum. Çıkıyorum masanın üzerine. Çiziyorum, yapıyorum, yapıyorum. Ama onu öyle kaldıramayacağınıza göre fırına girecek boyutlarda kesmeniz lazım. Figürü de bozmadan kesmek gerek. İşte o işi Sabit yapardı. Ben çalışırken hiç karışmazdı. Karıştığı anda benim ilhamımın kaçacağını bildiği için, ne yapıyorsun demedi bana. Öyle anlaştık zaten. İnsanlar birbirlerini tanıdı mı iş kolaylaşıyor. Ayfer’e karışılmaz. Onun başında durulmaz, çünkü müthiş bir heyecan içinde. Ben yalnız gibiydim çalışırken. O da çok sessiz bir adamdı zaten. Ben bitirince o keser, numaralar, onlar kalkar, yeni fasıl açılır. Onlar kurudu mu fırına girmeye başlar. Buradan da ikinci bölüm başlar. Benim matematiğe hiç kafam ermez. Bir duvarı kaça bölüyoruz, kaç fasılda çıkacak? Bunların hiçbirini ben bilmedim. Bilmeme de gerek kalmadı. Bilen biri var yanımda çünkü. Benim ikinci beynim burada. Sağ kolumdu.
Arzu K: Birlikte sergiler de açtılar. Babamın şöyle bir yanı var; çok marifetli, her şeye yatkın biri. Bu işin teknik; kimyasal, fiziksel bölümlerini halledip de çamurla bir şey yapmamak onun için imkânsızdı tabii. Kendi üslubunda işler yarattı. Seramik çalıştı. Ama aralarında üslup olarak dağlar kadar fark vardır. Annem hayatı boyunca her şeye girişti. Önünü arkasını fazla hesaplamadan, bunu sanki vakit kaybı gibi görüp her şeye girişti. Babam hiçbir zaman öyle değildi. Tam tersine hesap adamıydı. Babam hesaplarken annem işe başlardı. O kadar ayrı kişilikler ki inanılır gibi değil!
Ayfer K: O zaten bizi tamamladı. O bana ben ona karışmazdık.
Türkiye’de çağdaş sanata baktığımız zaman seramik sanatçılarının az olduğunu düşünüyorum. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Ayfer K: Aslında az değil. Tersine çok mezun veriyor akademi, ama sanatçı olarak hakikaten az. Nedeni şu: Bir kere akademideki eğitim fonksiyonele dönmüş. Çünkü sanatçı olarak aç kalıyor. Mesela bana akademiden öğrenciler gelirdi atölyeye, oradaki talebelere bakıp, “Siz ne kadar rahat, hür çalışıyorsunuz?” derlerdi. “Siz ne yapıyorsunuz?” diye sorardım. “Biz ölçerek çalışıyoruz. Diyelim ki bir bardak yapacağız o bardak için karoyu açtım…” Aa, ne demek karoyu açmak! O benim içimden geçen ses. “Santimledim…” Santimine güven olur mu çamurun? Ayrıca bu şekilde bardak yapılır mı? Ben öğrencinin önüne atıyorum çamuru. “Çamurla haşır neşir ol, göğsüne bastır, öp! Çamur senin en mukaddes şeyin,” diyorum. Tabii müthiş heyecan duyuyor karşımdaki. Yaratıcılık takviyesi bu. Bende cetvel falan yoktur. Çok ihtiyaç olunca ölçeriz, fırına giriyor mu girmiyor mu diye. Tabii insanlar yapıları neyse o biçimde ders veriyorlar. Fakat okul tamamen hayata hazırlıyor. Son sınıflarda zannediyorum biraz daha hür bırakıyorlar, şimdi iftira da etmeyeyim, ama o kadar sıkı disiplinle büyüyünce sanatçı tarafı köreliyor.
Sizin atölyenizdeki eğitim süreci nasıl başladı? Nasıl karar verdiniz buna? Çünkü aslında yapmayadabilirdiniz. Ama öğreten de oldunuz.
Ayfer K: Benim aklımda yoktu böyle bir şey. Ama birisi çok ısrarla, lütfen ben de geleyim, çalışayım diye rica edince, peki dedim. Tamamen böyle başladı. O da devam etmedi, ama bana bir yol açmış oldu.
Siz de sevdiniz o zaman bu işi?
Ayfer K: Çok sevdim, insan sevdiğim için. Bildiğini aktarmak o kadar hoşuma gitti ki… Taptaze bir şey. Hiç dokunulmamış. Sen ona bir şeyler aşılıyorsun ve sonuç almaya başlıyorsun. Müthiş cazip geldi bu bana ve bir, iki, üç derken çoğaldı gitti. Yıllar, yıllar, yıllar…
Ama bence en büyük öğrenciniz burada oturuyor, ne dersiniz?
Ayfer K: O fasla geçersek, o doğumunda başladı çünkü… (Gülüyor.)
Arzu K: Bu seramik meselesiyle ilgili başka önemli bir şey daha var. Benim gözlemim. Annemle zaman zaman yüksek perdeden tartıştığımız, hatta başka meslektaşlarıyla da tartıştığı bir şey. Annem ben seramikçi değilim der. Bu ilk söylendiğinde tepkiyle karşılanabilecek bir cümle. Aslında şunu söylemek istiyor; tabii ki seramikçi ve tabii ki bunun eğitimini almaktan öte çamurla yatıp kalkan, her şeyine hakim olan birisi… Ama bir noktadan sonra doğadan etkilenme meselesi de iyice işin içine girince, ve yaptığı şeyler seramik diye adlandırılınca o sınırı zorladığını ve aştığını fark ediyorsunuz. Seramik, daha doğrusu çamur büyütmesi hiç de kolay olmayan bir malzeme. Büyüdükçe sorunlar çıkan bir malzeme. Ama annem o her zamanki girişkenliğiyle aklındakini kendi tanıdığı malzemeye uyarlatmaya çalışıyor. Dolayısıyla o şekilde heykeller çıkıyor ortaya. Atölye bile el vermiyor yaptığı bazı işlere. 10 sene önceki o büyük, yekpare işler Eczacıbaşı’nda pişti mesela.
Ayfer K: Fırınım yetmiyordu. Ne kadar kessen olmuyor. Bütün de pişirmek istiyorum. O zaman da Eczacıbaşı’na yüklenir götürürdüm. Ben seramikçi değilim derken şunu kastediyorum, seramikçilikte toprağı etüt ediyorlar, efendim santimetreler, yani bir sürü artistik meseleler dışında konu. İşte ben de seramikçi değilim derken onların hiçbiriyle uğraşamam anlamında söylüyorum. Ben bakarım, yoğururum, cevap veriyorsa o çamur benim için nerenin çamuru olursa olsun umurumda bile değil başlarım çalışmaya. Banane onun içindeki bilmemneden… Hiçbir ressamın resmini yaparken boyanın kimyasal bileşimini etüt ettiğini zannetmiyorum. O boyasını alır sürer…
Renk dedik madem… Ne ifade ediyor sizin için renk?
Ayfer K: Renk tamamlayıcı bir şey. Sırsız seramik olmaz. O zaman yalnız bisküvi deriz biz, ilk pişim. Yüzde yüz doğasına bırakmam. Mutlaka üstünde sırı vardır. Ama sırı çok sulu kullanırım. Sırsız gibi etkiler ama sır vardır. Yerine göre koyulturum, ağırlaştırırım. Ama bunların hiçbiri hesaba kitaba girmez. Benim canım onu çok yalın istiyorsa öyle yaparım. Gelelim rengarenk seramik sırlarına; onlar benim işlerime uymuyor ki! Siz hiç rengarenk boyanmış bir heykel gördünüz mü? Olmaz. Alır götürür anlatmak istediği şeyi. Mümkün olduğu kadar toprağa yakın bir renkte kalmalı. Son 1 yıl renkli çalıştım. Onda bile maviler girdi, morlar değil. Ama orda başka bir yolum vardı benim renk peşinde koşmaktan çok. Heykeli geometrik şekillerle nasıl süsleyebilirim? Mümkün olduğu kadar düz heykeller yapıp üstünde geometrik olaylar aradım. O da 1 yıl sürdü zaten.
Kadın figürleri…
Ayfer K: En iyi tanıdığım şey kadın. 10 sene aşk çalıştım, çünkü aşkı özlüyordum. 30 senelik falan evliydik. Artık hâlâ kocama aşığım falan demek komik olur. Yeniden aşkı istiyordum. 50 yaşlarındaydım. Ve buna küçücük heykellerde başladım. Sonra onlar da gittikçe büyüdü. Yalnız o yılların heykellerinde değildir ki aşk. Ama ne zamanki çamura dökmeye başladım tatmin oldum, bitti.
Her şeyin karşılığını sanatınızda buluyorsunuz…
Ayfer K: Evet. Onun için sözcüklere dökemiyorum. Ama kimse de zaten dökemez ki, benim arada ne hissettiğimi bilemez. Hareket ve ifade ettiği güç; benim için önemli olan o. Kadın arkadan kollarını kaldırmış diyelim, onun yalnızca enerjisini vermeye uğraşıyorum. Vücudunun güzelliği falan değil. Kadını kadın diye değil insan olarak düşünmek . Niye erkek değil de kadın? Çünkü kadını tanıyorum. O da işin kolayına kaçmak belki de.
Arzu, atölyenin şu anki sürecine gelmek istiyorum biraz. Uzun, verimli, görmezden gelinemeyecek bir alan var orada. Ve Ayfer Hanım artık gidemiyor, ama sen varsın.
Arzu K: Annem çok özgür, başına buyruk bir insan. Atölye kendi aurası, kendi sanatıyla örülmüş bir yer. Bir minik eğitim ortamına dönüşüyor. Dolayısıyla içeriye girdiğin zaman kendisi cismen orada olmadığı zaman da bir Ayfer Karamani var. O zaman gelen öğrenci de ister istemez o ortamdan etkileniyor. Ama bu budur. Her zaman usta çırak ilişkisine dayanır. Bir çırağın, bir atölyeye kapılanan birisinin oradan etkilenmeden, önce o üslubu benimsemeden kendi yolunu bulması imkânsızdır. Bu da uzun bir süreçtir. Bizim öğrencilerimiz de biraz öyle oluyorlar galiba. “Ben hep Ayfer Hanım’ın etrafında dolanıyorum, peki buradan nasıl kurtulacağım” sıkıntısına giriyorlar. Oradan çıkmak için bayağı kan ter içinde kalıyorlar. Her atölyede bu böyle olmuyor tabii. Ne isterseniz yapın diyenler de var. Ama burada öyle değil. Bana gelince, ben seramikçi değilim. Seramik eğitimi almadım. O nedenle müzmin çırak diyorum kendime. Sonsuza kadar çırak kalacağım, çünkü annemin dizinin dibinde öğrendim bu işi. Öğrenmek için öğrenmedim, farkında olmadan öğrendim.
Ayfer K: Beraber yaşadın.
Arzu K: Ondan sonra da tabii işin tekniğini şusunu busunu öğrendim. Ama annem hiçbir zaman bana bunu empoze etmedi. Hatta bir sergi bile yaptım gençliğimde, ama bu kaçınılmazdır. Her sanatçının dizinin dibindeki çocuk muhakkak kendini gösterir. Sonra devam etmedim. Tamamen bıraktım. Sonra yine çıktı. Atölyenin kapanmaması adına ortaya çıktı.
Belki de bu noktada senin varlığın bir şans.
Arzu K: Ben tamamen bambaşka bir işle uğraşırken -gene de bitmiş değil kendi işlerim- ikisini beraber götürmek durumunda kaldım. Bu yıl atölye biraz ağırlık kazandı. Seneye biraz dengeleyebilirim. Yazı çizi işini bırakmak gibi bir niyetim yok çünkü. Şöyle oldu; annem az gelebileceğini hissettiği zaman ufak ufak yardım istemeye başladı benden.
Ayfer K: Yaş 82 o zaman. Şimdi 83.
Arzu K: Yardım da şöyle; bana eşlik eder misin giderken diye sordu. Tabii ederim, benim ödüm patlıyor zaten bir şey olacak diye. Bir süre birlikte gittik, sonra dönüşlerde de eşlik etmeye başladım. Tabii atölyede zaman geçirmeye başladım ve orada hem öğrenciden hem de annemden öyle bir şey almaya başladım ki, annem eğer gitmezse oranın kapanabilme olasılığı onlara çok korkunç geliyordu. Şimdi bu uzakta duran, ama konuya yakın bir kişi için kolayca sırt çevrilebilecek bir şey değil. Doğrudan bir şey söylemiyorlar, ama bana ihtiyaç olduğu o kadar açık ki! O zaman ufak ufak yelkenleri suya indirip işin öteki tarafını düşünmeye başladım. Ama ben de onlara bunu düşündüğümü söylemedim. Bir centilmenlik anlaşması içinde sessiz sedasız bir geçiş oldu. Ben orada daha fazla zaman geçirip atölyeye alıcı gözüyle bakmaya başladım. Derken annem beni öğrencilerle muhatap etmeye başladı. Öğrenciler benim arkadaşım gibiydi. Öyle olmasa bu geçiş de o kadar rahat olmazdı. Zamanla benim orada olmamdan mutlu olmaya başladıklarını hissettim. Çünkü annem yorulmasın diye soramadıkları, çekindikleri şeyleri bana sormaya başladılar. Bir süre sonra o soruları annem hiç duymazdan geldi, hepsini ben üstlenmeye başladım.
Acaba bu bilinçli bir taktik miydi?
Arzu K: (Gülüşmeler.) Bilinçli bir taktik olduğunu da emin ol çok sonra anladım. Çünkü bana itiraflar başladı; aslında annenin en istediği şey buydu, ama korkusundan sana söyleyemiyordu diye… 2015’in ikinci yarısı ben atölyeye daha bilinçli bir şekilde gidip gelmeye başladım. Yavaş yavaş annem gelemez oldu. Sonra yaz girdi araya ve yeni sezonla birlikte, “Tamam ben açıyorum,” dedim. Derken annem hiç adımını atamadı bu sezon.
Ayfer K: Atamadım. İşte seramiğin bana en güzel hediyesi de bu oldu; bel kemiğim mahvoldu.
Arzu K: Bir tek ekleyeceğim şey var; ben bunu sürdürüyorum ama ben ne yapıyorum? Seramik yapıyorum, ama ben annem değilim. Başka bir üslubum var; arkeoloji eğitimimi devreye sokuyorum vs. vs. Bambaşka bir şarkı söylüyorum yani. Öte yandan öğrenciyle olan ilişkide müzmin çırak lafını tekrar ediyorum, çünkü bu bir ekol. Usta çırak ilişkisi içerisinde devam etmesi gerektiğini düşündüğüm bir şey. Aktarma ilişkisi tamamen onun üzerine kurulu. Kendi söylemimi peşisıra takıyor olabilirim zaman zaman, ama orada devam eden üslup annemin üslubu. Onun için Karamani Seramik Atölyesi diyorum.
Ama Ayfer Karamani de evde üretimini sürdürüyor. Biraz da bunu konuşabiliriz…
Ayfer K: Burası da yarı atölye gibi, fakat heyecanım azalıyor. Şimdi burada birçok şey konu edilince bir canlanma hissettim. Buna sıkı sıkı sarılacağım. Durup durup ihtiyarlık bu herhalde diyorum. İhtiyarlığı benimseyemedim. Kabul edemiyorum. Ne estetik olarak ne kadın olarak bunu kaybettiğim umurumda olmadı, farkında bile değildim. Yine de ben işimi yapabiliyorum ya… Gözümde sarı nokta var. Görmüyorum diye avaz avaz bağırıyorum, inanmıyoruz diyorlar. Aslında beynimle yapıyorum. Figürler çalışıyorum, gözü ağzı burnu hepsi yerinde. Onu ben de çözemedim. Oluyor işte. Yıl dediğiniz şey komik. Hayat. Ömür. 83 yaşına varınca anladım ki hepsi değerlendirirseniz bir şey. Değerlendirmezseniz hiçbir anlamı yok ömrün. Büyüklerimiz söylerdi, göz açıp kapayıncaya kadar geçer. O kadar doğruymuş ki! Şimdi biraz övünmek gibi olacak ama gerçek. Dönüp arkama baktığımda duvarlar, yaptığım objeler, dolayısıyla yaşadığım güzellikler, eh o zaman yaşadım demeye değiyor. Sıradan bir insan olarak çıldırmak işten değil, yani benim yapımda birisi için… Eğer böyle bir üretime girmeseymişim, içimde tanınmamış bir duygu olarak baskı altında kalsaymış benim bu yaşa geleceğim şüpheliydi. İsyanımı ne türlü verirdim bilmiyorum. Ama şimdi daha sakin kalabiliyorum. Çünkü düne baktığım zaman gülümsüyor bana dün. O zaman hadi diyorum, yaşamışsın hadi. (Gülüyor.)